11 Haziran 2010 Cuma

Sartre loves you.




Sartre’ın varoluşçuluğu, insanı, kendini var edebilmesi için bu dünyada tek başına bırakan, böyle yapmakla da onun omuzlarına bir sorumluluk yükleyen bir insan görüşü olmasının yanında, aynı zamanda da, onun kendi ifadesiyle, “Marksizmin içinde yer alan bir bölge “ olarak “ideoloji”dir de. İnsanın yanı sıra, insanın yaptıklarıyla oluşturduğu ve içinde yaşadığı toplumsal ilişkiler ve tarih sorunsallaşmaktadır. Böyle bir sorunsallaşmanın arkasında kuşkusuz ki, Sartre’ın insan görüşü bulunmaktadır denebilir. Çünkü Sartre’ın önümüze sürdüğü insan tablosundaki insanın kendini bu dünyada var edebilmesi, onun içinde yaşadığı toplumsal ve tarihsel koşullarla çok yakından ilgilidir. İnsanın bu dünyada “atılmış” olduğu yer, bir belirlenmişlikler düzeni olarak hep bir zamana ve mekâna bağlıdır. Yani insanın karsısında sürekli olarak duran bir toplumsal ilişkiler düzeni vardır. İnsan kendisini böyle belirlenmişlikler içinde bulur. Bu durum onun “Bunaltı”sının başlangıcıdır. Çünkü kendisini var edebilmesi için onun bu “düzen”in dışına çıkması, zincirlerini kırması, böylelikle de bir anlamda söz konusu “bunaltı”sını bastırması gerekir: İşte karşımızda, varoluşçuluğun, kimi zaman “aykırı”, kimi zaman “toplumdışı”, kimi zaman da “âsi” ve benzeri sıfatlarla nitelenmiş olan, sürekli toplumla çatışma durumunda bulunan insanı… “La Nausée – Bulantı” romanının baş kişisi Antoine Roquentin, varoluşun bir bütün olarak anlamsızlığı ile karşı karşıya kalmış bir kişidir. Bu anlamsızlık, şeylerin salt varolmalarından ibarettir. Şeyler oldukları gibi olmanın yeterli hiçbir nedenine sahip değillerdir. Onlar anlamsızdırlar. Eğer varoluştan anlam çıkarmaya çalışırsak, zorunlu olarak yanlışa düşeriz. Şimdi ona (insana) kendi kendisini bağımsız bir şekilde var edebileceği bir toplumsal ilişkiler düzeni gereklidir. Sartre’ın insanı böyle bir toplumsal ilişkiler düzeni için değişmeyi sağlayabilecek olan itici bir güçtür. Öyle ki, “itici güç” olarak nitelenebilecek olan bu insan, aynı zamanda, onun “tamlaşma hareketi” anlamındaki “diyalektik aklın” da itici gücünü oluşturur. Sartre’ın “Total varlık” düşüncesiyle, burada toplumsal oluş anlamındaki “Tamlaşma hareketi” arasında bir ilişki bulunduğunu düşünmek olanaklıdır. Diyalektik tamlaşma hareketi açısından bakıldığında, Sartre’ın insan görüsündeki insanın, kendisini var etme yolundaki praksisi (eylemi/eylemleri) son derece önemlidir. Onun söz konusu eylemlerinin kaynağı, kendi kendisini var etmek için oluşturduğu tasarım ile, onun gözünde sürekli bir “eksiklikler” alanı olarak varolan toplumsal ilişkiler düzenidir. Burada insanın, “Tamlaşma hareketi” doğrultusunda eylemlerini sanki bir “misyon” olarak algılaması gerekliliği vurgulanıyor gibidir. Bu da Varolusçuluğu bir yandan ideolojiye yaklaştırırken, öte yandan “sorumluluk” kavramını belirginleştirerek işin etik yönünü oluşturur. Böylece Sartre’ın Marksizme yakınlığı daha bir anlaşılır duruma gelir. Sartre her ne kadar, insanın bu dünyaya bir “hiç” olarak geldiğini ve bu dünyada ona yol gösterip onu belirleyebilecek bir şeyin olmadığını söylese de; Marksist toplumcu düşüncenin, eylemlerinde ona yol ve yön göstermekte olduğu söylenebilir. Ancak Marksist toplumcu düşünce bir çerçeve olarak alınırsa, bu çerçeve içinde insanın eylemlerinde yine de özgür olduğu düşünülebilir mi? Bu, insanın dünyada kendi başına bırakılmışlığı anlamına gelmektedir. İnsanın ne kendi içinde dayanabileceği bir destek, ne de kendi dışında tutunabileceği bir dal vardır. Dolayısıyla, yaptıklarına hiçbir özür bulamayacak olan insanın tek dayanağı kendisi olacaktır. Varoluş özden önce gelince, önceden belirlenmiş, verili bir “insan doğası”ndan da söz edilemez. Başka bir deyişle, ne bir biçimde belirlenmişlik (determinizm) ne de bir yazgı (fatalizm) vardır. Kişi özgürdür. Varoluşçuluğun ana niteliklerindendir kişinin bu anlamda özgür oluşu.“Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, çünkü insan kendi bilincine mahkumdur.” dedikten sonra da 20. yüzyıla damgasını vurmuş iki aydının aşkı haline dönüşüveren Simone de Beauvoir ile Jean-Paul Sartre’ın birlikteliği, 20. yüzyılı bir uçtan öbür uca geçen bir aşk hikâyesi, bir dava yoldaşlığına yerini bırakmıştır. Aralarındaki, evlilikten çok daha güçlü bir bağ; başka aşkların, uzun ayrılıkların koparamadığı bir ilişkidir. İnsan hakları savunuculuğundan özgürlük yoluna adanmış bir edebiyata, Cezayir bağımsızlık savaşı ve Vietnam’dan kadınların özgürleşme hareketine kadar birçok kültürel kavgada, siyasal davada birlikte savaşarak güçlendirdikleri bir can yoldaşlığı yaratmışlardır kendi kumdan kalelerinde hükümdarlıklarını sürdürerek… Mezarları da yan yanadır. Tıpkı yaşamlarını yan yana geçirdikleri gibi...

19 Nisan 2010 Pazartesi

Irreversiblé: Geç kalınmış bir yazı






"Geriye dönüş yoktur; zaman her şeyi mahveder.
Çünkü bazı şeyler onarılamaz...
Çünkü insan bir hayvandır...
Çünkü intikam isteği, doğal bir dürtüdür...
Çünkü çoğu suç cezalandırılmaz...
Çünkü sevilen birini kaybetmek, insanı yıldırım çarpmış gibi mahveder...
Çünkü aşk, yaşamın pınarıdır…"

Sırtını psikanalize dayamış, rüya ile gerçeğin sarmaş dolaş olduğu bir film. Film bir kadın ve etrafındaki üç erkek ile üç ana sahneden oluşuyor.

Alex'in sevgilisi /eşi Marcus "Ego"yu temsil ediyor. Alex'i çok seven oldukça şirin, sevecen ama bazen onu aldatmaktan da (partide kızlarla sevişmeye yeltenmesi) çekinmeyen biri. Yani her haliyle, günahıyla-sevabıyla normal bir insan. [aşk]

Alex'in eski eşi Pierre "Süperego"yu temsil ediyor. Entelektüel, her zaman kendisi dışındaki şeyleri ve insanları düşünen, sakınaklı biri. Marcus'u diğer kızlarla sevişmekten alıkoyan ve ona bunun ahlaksızca olduğunu söyleyen dans etmeyen, hep konuşmak muhabbet etmek isteyen biri. [mantık]

Alex'e tecavüz eden Tenya ise "İd"i temsil ediyor. Her göründüğünde hayvanca hareketlerde bulunan biri. Tecavüz ediyor, üstüne dövüyor, küfrediyor. Kavga sırasında Marcus'ü bile sikmeye yelteniyor. [kötülük]

Üç erkek karakterin de kendisine ait üç ana sahnesi var:

İlk bölüm "İd"i simgeleyen mütecaviz Tenya'nın, yani "Bilinçaltı"nın. Ortam olduça karışık, kamera durmadan sallanıyor, renkler, müzik ve sesler mide bulandırıcı. Burası bilinçaltı. normal hiçbir insan buradan hiçbir anlam çıkarmaz zaten. Her şey karman çorman. Bulunduğumuz ortamın adı "Rektum". Freud'un normal insan olabilmek için çocuklukta düzene sokulması gerektiğini söylediği ve İd'in krallığını sürdüğü yer. Tenya'nın Alex’e arkadan tecavüz ettiği, ardından tanınmayacak hale gelene kadar dövdüğü "Güzelliğinle her şeyi edebileceğini mi sanıyorsun, kaltak?!" dediği tünel. Pierre'in kafasını kırdığı Tenya'nın üzerine etraftakilerin döllerini attırdığı ve ölen kişi karşısında herkesin çılgın attığı yer. Kaos ortamı. Bastırılmış bütün sapkınlıkların iblisce fink attığı dipsiz cehennem kuyusu.

İkinci bölüm süperego'yu temsil eden entelektüel Pierre'in, yani "Üst bilinç"in, toplum bilincinin. Metro ve parti ortamı. Etrafta insanlar var, karakterler toplum içinde. muhabbet ediliyor, konuşuluyor. Özellikle de Pierre durmadan kendini ifade etmeye çalışıyor. "Düşünme"nin ve "Mantık"ın diğer şeylerden önemli olduğu anlatmaya çalışıyor diğer ikisine. Alex ona "Sorunun da bu senin; hep kendin dışındakileri düşünüyorsun, rahat ol, sal kendini biraz" diyor.

Üçüncü sahne, ego'yu temsil eden Marcus'ün, yani "Bilinç"in. Alex uykudan uyanıyor, bilinci yerine geliyor. kırımızı bir tünelin olduğu kötü bir rüya gördüğünü söylüyor. Yatakta birbirlerine aşk oyunları yapıyorlar. Anal seks teklifine "Hayır buna izin vermem… Her şeye ben karar veririm" diyor (Tenya'nın dayak sahnesinde söylediklerini hatırlayın: "Güzelliğinle her şeyi edebileceğini mi sanıyorsun, kaltak?!") Banyodaki test ile hamile olduğunu öğreniyor. Karnı şiş halde yatak sahnesi... Ve sonunda çocuklu park ortamı, çocuk doğuyor.

Filmin, seçimi seyirciye kalmış iki farklı zaman akışı var. Birincisi sondan başa doğru. Eğer bunu kabul edersek, tüm yaşananlar gerçek. tecavüz gerçek, Alex'in hastanelik olması gerçek, Tenya’nın ölümü gerçek... Anlaşılan birçok kimse filmi böyle kabul etmekte ve filmin "Geriye doğru" giden bir zaman akışı olduğunu iddia etmekte. Ama yönetmen daha en baştan bu durma tavrını koymakta ve bize gerek filmin adıyla (Irréversible) gerekse tanıtım cümlelerinden biriyle ("Geriye dönüş yoktur") karşı çıkmakta.

İkincisi ise düz zaman akışı. Bu durumda Alex uyanana kadar gördüklerimiz onun "Rüya"sı. iki sevgili uyandığında Marcus kolunun karıncalandığını söyleyip abuk-sabuk kol hareketleri yapıyor (rektum'da kırılan kolunu canlandırmaya çalışıyor) Filmin başında görünen yaşlı, şişman ve kızıyla ensest ilişkide bulunduğunu anlatan çıplak adam kim olabilir bu durumda? Alex'in babası tabi ki! Alex'e küçükken babası tecavüz etmişti ("Çünkü insan bir hayvandır"). şimdi de Alex rüyasında halen onun etkilerini yaşamakta ("Zaman her şeyi yok eder" mi gerçekten?) Tecavüz, dayak, ölüm.. Bunların hepsi çocukken yaşanan ve bastırılan travmanın rüyadaki tezahürleri. Freud'un kontrol altına alınması gerektiğini söylediği "Anal"ın (rektum, anal tecavüz, Marcus'ün sebepsizce aklına gelen Alex'i arkadan tecavüz analojisi) bilinçaltında ortaya çıkıvermesi ("Çünkü bazı şeyler onarılamaz") Bu zamana kadar halledilememiş ensest suçu ("Çünkü çoğu suç cezalandırılmaz") rüyalarda tekrar tekrar ortaya çıkmakta. Alex'in tecavüze uğradığı yerin bir yeraltı tüneli olması tecavüzün bastırılıp bilinçaltına itildiğini göstermekte. Pierre ve Marcus çocukluktan beri sorunlu rektumun içine girerek ta bağırsaklarda "Tenya"yı bulur ve yangın söndürücü ile - hem mecazi anlamda hem de kelime anlamıyla - Tenya'nın başını ezer. Süperego (Pierre) bile bir zaman sonra "Mantık"ı bir tarafa bırakmakta ("Çünkü intikam isteği, doğal bir dürtüdür", "Çünkü sevilen birini kaybetmek, insanı yıldırım çarpmış gibi mahveder")

Ama yönetmen bize çözümün bu olmadığını da gösteriyor ve cevabı filmin sonunda yapıştırıyor. Kötülüğü (Alex'in ensest geçmişi) mantıkla yenemezsiniz (Alex'in Pierre ile olan ilk evliliği) Onu ancak sevgiyle (Marcus) yenebilirsiniz. Eğer insanoğlu geleceğe umutla bakabilmek istiyorsa bunun tek yolu vardır, o da aşk. Nitekim, hamile olduğunu öğrendiğimiz Alex’de bu yolu seçmiştir. Şimdi çocuğuyla beraber parkta mutlu yarınlara doğru uzanmaktadır. ("Çünkü aşk, yaşamın pınarıdır")

Tüm simgeler yerine oturtulunca filmde gerekiz yere kullanılmış sert/çarpıcı sahnelerin bulunduğu söylenemez. Bilinçaltının temsil edildiği bölüm dışında hiçbir şiddet sahnesi yok. Hatta seyircilerin tepkisinden (kusmalar, sinema ortamını terk etmeler, yani görüntüleri kabullenememe) yönetmenin bilinçaltı tasvirinden iyi iş çıkardığı bile söylenebilir. Yönetmenin de tecavüzü onayladığını iddia edenlere ise ne demek gerek acaba? O sahneye dikkat edilirse, tecavüz boyunca kameranın yerde hareketsiz olduğu hatırlanacaktır. yönetmen burada bize şöyle seslenmektedir:

"Ey seyirci, kusuruma bakma ama az sonra olacak şeyleri sinematografik açılardan göremeyeceksin, çünkü ben kamerayı yere bırakıp kaçacağım. Kamerayı elime alıp benden bu sahneyi çekmemi bekleyemezsin. Ama ne var ki burası bilinçaltı, elimden bir şey gelmez, "Olduğu gibi" izleyeceksin, ben karışmıyorum, ne halin varsa gör!"

Peki tecavüz sırasında tünelden geçen ve durumu görür görmez topuklayan kim olabilir? Bunun yönetmen Gaspar Noé'nin bir tür kehaneti ve seyirciyle interaktivite çalışması olduğuna inanıyorum. Filmi sinemada izleyenler şöyle hafızalarını bir karıştırsın. Çoğu seyircinin müdahale etmediği için küfürler savurduğu kişi tecavüzün başlarında karşımıza çıkmakta. Acaba tam bu sahne gelmek üzereyken sinemada tecavüz görüntülerine dayanamayarak çıkmak isteyen birilerini hatırlıyor musunuz? Eğer cevabınız "Evet!" ise Gaspar Noé'nin kehaneti tutmuş demektir. Çünkü o tecavüze müdahale etmeyen kişi bizzat seyircinin kendisidir ve Gaspar Noé sormaktadır seyirciye;

"Nereye kaçıyorsun?!? Aptal olma! Bu bir film, gerçek değil! Eğer bir şeylere tepki duyuyorsan bunu gerçek hayatta yapman lazım. Eğer gerçekten tecavüzden iğreniyorsan, üçüncü sayfa haberlerini bir sinema filmi gibi izleyen ben miyim yoksa sen mi?! Benim filmim üçüncü sayfa haberlerinden daha mı gerçek ki sinemayı terkediyorsun? İki yüzlü olma! İki yüzlü olma! Bu halinle bir çocuktan farkın yok! Otur koltuğa! Sen, Allah bilir, Hollywood filmlerindeki ışıltılı hayatları da gerçek sanıyor, hayatını onlara özenerek geçiriyorsundur! Onların büyükler için yapılmış çizgi filmler olduğunu ne zaman anlayacaksın? Yaşamı(nı)n güzel olmasını istiyorsan, tepkini filmdeki şiddetin varlığına değil, gerçek hayatta şu anda bile olmakta olan şiddete göstermelisin."

Seyircinin aşırı tepkisine bakılırsa yönetmenin bir de "Dolaylı" amacı olabileceği varsayımı kaçınılmaz. Gaspar Noé şiddet sahnelerine gösterilen tepkilere bakarak filminin nasıl da hemencecik anlaşılmaz kılındığına deli gibi gülüyordur sanırım. İnsanlar öyle duruma getirilmişler ki sadece kurgulanmış şiddete odaklanarak filme not veriyorlar. Kimse her gün bir gazete haberinde olan gerçeklere (savaş, tecavüz, cinayet, hırsızlık ve akla hayale gelmeycek binlerce berbat olay) bunun onda biri kadar bile tepki göstermezken, bir filmi sadece tecavüz/şiddet var diye yargılamak, insanların birileri tarafından nasıl da tam ters alışkanlıklar kazandırıldığının ironik kanıtıdır (kimler acaba bu birileri?)

14 Nisan 2010 Çarşamba

Kutsal Üçlü: Tobias Daniel Thomas





İleriye dönüşümü olan işler yapan Tobias Thomas, akılsız müzik yapan ve nihayetinde çamura saplanıp kalan meslektaşlarından fersah fersah uzakta onlara el sallayan bir müzik adamı. Minimalin doğumunda kamerayı tutup, “Babaya gülümse hadi!” repliğinin sahibi de o. 20 sene önce tüm yaşanmışlıklarını geçmişte bırakıp, Michael Mayer ile hayatında bir “sabit” kurmaya Cologne’a gelen de o. Tüm dinleyenleri zevk ve acı çığlıklarına boğan, türler arası bağlantıyı çözmek adına hepimize anamorfoz gözlükleri dağıtan Kompakt adam Tobias; kirli, umursamaz, desibeli yüksek tınılarla sevişmemiz için elinden geleni ardına koymuyor.

Kendisi sorularımız karşısında tüm yalınlığıyla şeffaf bir halde dururken, biz de ona Michael Mayer’den, Kompakt’a, hayatının parabol eğrisinden, babasına dek sorulabilecek tüm soruları sorduk.

Müziğinde seni tetikleyen ne oluyor? Kırılma noktan nedir?

Benim tek derdim iletişim kurabilmek. Dj’liğe ilk başladığım zamanlarda güçlü hissediyordum çünkü bir şeyler yapanların tarafındaydım. Öteki tarafta duruyordum. Babam tiyatro yönetmeniydi, küçükken ona yardım ederdim. Bu sayede sahne önünde olmayı öğrendim ama sahne arkası benim daha çok ilgimi çekiyordu açıkçası… Biri olmak, işe yarayan bir şeyler yapmak, bir şeyler önermek ve insanlardan tepki alabilmek çok doyurucu bir duygu. Sanırım 16 yaşımdaydım ve ilk defa kulübe gitmiştim. Dj’in önünde dikilip, onu izledim ve hayatımda yapmak istediğim işin bu olduğunu anladım… Müzik yapmak benim yaşamımda ki en önemli olgu değil ancak bu, insanlarla iletişim kurabilmemin tek yolu. Bu yüzden ona ihtiyacım var. En iyi anlarda iletişim düzgün gider ve herkes mutludur…

Ya kötü anlarda?

Eğer 20 senedir müzik yapıyorsan bir yığın kötü anın vardır. Bazen müzik iyi değildir, bazen kulüp güzel değildir. 10 metre yukarda müzik yaparsan ne seyirciye ulaşabilirsin, ne de müzik yapma isteğine. Belki ses yeterli çıkmıyordur, ya da kitle yanlıştır, belki de ben yanlışımdır. Plak çalmak soru sormaya benzer, anında cevap almam gerekir. Eğer cevap gelmezse bir soru daha sorarım, gelmezse bir daha, bir daha, bir daha… Hala cevap yoksa ya da dinleyici tüm parçalara aynı şekilde dans ediyorsa, çalışamam tıkanırım. Ama bazen insanların hata yaptığımı söylemeleri güzel gelir. Bunu duymak gerekli çünkü. Suratlarına bakıp bundan sonra ne çalmam gerektiğini anlarım. Aslında bu iş çok stresli ama her zaman en iyisini ummak gerekli.

Spex Magazine’de yazıyorsun. İletişimin bir yolu da bu aslında…

Yazı yazmak daha sağlam bir durum çünkü elinde tutabiliyorsun. Evindesin, bilgisayarın önünde oturuyorsun yazını yazmış, yazıcıdan çıktısını almışsın. Bir konuda fikir belirtmişsin ve o artık dışarıda. Değiştiremezsin, saklayamazsın, unutamazsın o orada çünkü. Ama insanlar buna dans edemez o ayrı. Bu daha değişik bir durum. Okuldan öncede sonrada hep yazardım. Bir şair kadar duygusal değilim, Nobel ödülünü de kazanacak gibi de görünmüyorum ama dürüstüm. İnsanları bir yerlerinden yakalayabiliyorum. Benim hakkımda bir şeyler bildiklerini hissediyorlar ve bu beni onlara yakınlaştırıyor.

Minimal kendini tekrar ediyor deniliyor.

Bizim dönem için minimal neredeyse bitti. 10 seneden beri minimal çalıyoruz ve bu durum belirli bir noktadan sonra artık saçma gelmeye başlıyor. Minimal eşittir Berlin düşüncesi yerleşti insanların beynine. Bu düşünce yeni akımların doğmasını zorlaştırıyor. Belki de bu Richie Hawtin ve m-nus yüzündendir bilmiyorum. Ama bir bakıma da mutluyuz çünkü bizi işin içinde tutuyor bu durum. Bu müziği bilenler bizi biliyor çünkü yaratıcıları biziz. Bahsettiğim Avrupa minimali. Tabi birde Amerikan minimali ve Detroit Techno var. Bu konudan bahsetmek bile istemiyorum. Hala setlerimde minimal çalıyorum ama artık bunu yaymak, ideal düşüncem haline getirmek, insanların vizyonlarını değiştirmek gibi dertlerim yok. Bu çok uzun zaman önceydi.

Peki yeni akım?

Bu konu artık gençlerin yaratacağı bir akım olacak. 2, 3 senden beri indie rock, techno nu wave gibi garip akımlar birbirlerinin içinden geçerek yeni bir şeyler oluşturuyorlar. Bu konu hakkında benim bir problemim yok, sadece anlamıyorum… Oturup dinliyorum bazen ama garip geliyor bana. Artık 38 yaşındayım ve bu gençler komik giyiniyorlar. Bundan sonra patlama yaratacak akım ne olur emin değilim ama aslında pek de umursamıyorum. Bu benim işim değil. Ben zamansız ve mekansız bir müzik çalıyorum. Hepimiz pop dinleyerek büyüdük ve ardından elektronik müzik geldi. Bu dönemden kullanabileceğim o kadar çok kumaşım var ki… İşte bu yüzden çok şanslıyız. Techno, aslında jazz ve hip hopla aynı platformda. Öylece duruyor. Bir yere gittiği yok. Bende çok fazla yorulmazsam eğer benim de bir yere gittiğim yok.

Michael Mayer ve Aksel ile olan ilişkinden bahsedelim birazcık…

Michael’i 20 senedir tanıyorum. Üniversite bitince Cologne’a geldim ve ‘Hey Mayer burası güzel sende gel!’ dedim ve geldi. Michael en çok back to back çaldığım kişi çünkü beni en iyi anlayan o. Benimde en çok güvendiğim insan kendisi. Aksel ise daha sonra gruba dahil oldu. O bizden daha genç ve bizim mirasımız gibi bir şey aslında… Biz krallardık o da prens. Onu bu sorumlulukla yetiştirdik. O da Michael’la ikimizin paylaştığı felsefeyi tamamen benimsedi. Geceye nasıl başlanır, nasıl bitirilir, insanlarla nasıl uğraşılır, ışık nasıl ayarlanır hepsini öğrettik ona. Dj olmak sahneye çıkıp cool davranıp habire kasılmakla olmaz. Her noktada bütünlük ve denge oluşturmak asıl önemli olandır.

Tobias’ın anlamı ne bu arada?

Tobias Tanrı’nın isimlerinden biri. Aslına benim tüm isimlerim İncil’den. Tobias Daniel Thomas üçü de İncil’in Diriliş bölümünden alınma. İsmim yaratmak, kutsal güç, saflık, anlamına geliyor. Kısacası tanrı demek bir bakıma…

Çok büyük bir baskı olsa gerek…

Ne demezsin! (gülüşmeler)

6 Nisan 2010 Salı

Çift Kişilik Endorfin



Doğrudan bilinçaltınıza sızan tınılarıyla istemsiz seğirmelere yol açan hipnotik grup Extrawelt, Şubat ayında Alexander Kowalski işbirliğiyle çıkarttığı son EP’si Reset / Leaf 43 ile yine karanlık tarafa geçmiş bulunuyor. Hayırlısı olsun.

Hamburg’lu duo Arne Schaffhausen ve Wayan Rabe müzikal hayatlarına oradan buradan topladıkları plakları yine ödünç aldıkları ekipmanlarla miksleyerek başladılar. Çıkarttıkları başarılı EP’lerle James Holden’nin esas adamı olan Extrawelt ilk etapta ‘Zu fuss’, ‘Soopertrack’, ‘Doch doch’ ile müzikal dehalarını kafamıza zorla soktular. Hiç bir zamansadece dansetmeye yönelik setler hazırlamayan müzisyenler, sizi kendi yarattıkları ‘Harikalar diyarında’ yüksek duygular ve ani çöküşlerle donattıkları devinim dolu tonlarıyla bekliyorlar. Tüm ipler kendi ellerinde delikten düşmemizi seyrederken, kendileri de tavşan kılığına girmiş onları takip etmemizi istiyor… Yarattıkları sert bass ritimleri gri tonlarıyla beynimizi işgal ederken zigot halindeki tınıları içimize işliyor. İnanılmaz bir uyum içerisinde müzik oluşturan ikiliden Arne setlerdeki rahatsız melodilerden ve basslardan, Wayan ise kontrolü elinde tutan mixlerden sorumlu. Bu durum ancak birisinin ötekinin içinde hayat bulması durumunda ve sadece aralarında ki hiyerarşinin kaybolması halinde meydana gelen bir birlikteliktir ancak…

Son EP’ niz Reset / Leaf 43’te minimal bir sounda daha da yakınlaştığınız hissediliyor..

Müziğimizi icra ederken ne yapmamız gerektiğini veya ne yapmak istediğimizi pek de fazla düşünmüyoruz. Sadece yapıyoruz. Ürettiklerimizi de belirli bir kategoriye sokmak niyetinde değiliz. Tech house, progressive ya da minimal house gibi isimlere dayanarak müzik üretmek istemiyoruz. Son EP’ de 90’ lardan esinlenmeler oldu. Geçmişi ve geleceği bugün için miksliyoruz. Belkide yaşlanıyoruzdur.

Setlerinizi oluştururma süreçleriniz nasıl gelişiyor?

Aslında ilham günlük yaşamımızdan bizlere akıyor. Sinemaya gittiğimizde, müzik dinlerken yada hayattan o aralar ne kaparsak bu müziğimizin hammaddesi olarak geri dönüşüme uğruyor. Daha sonra stüdyoya ve içimize kapanarak birşeyler çıkartıyoruz bu hammaddeden. Sahnede ise bildiğimiz tek şeyi yaparken aslında içimizde duygu patlamaları oluyor. Ama bunu kimse farketmez çünkü çok utangaçız bazen sahnenin arkasına saklandığımız bile oluyor.

Setlere başlamadan önce bir kurgu oluyor mu aklınızda yoksa her şey rastgele mi ilerliyor?

Pikapların başına geçmeden bazı şeyleri planlamak gerekiyor bu nedenle tamamen emprovize çalamıyoruz. Dinleyici kitlesi için setlerimizi pek değiştirdiğimiz söylenemez ancak eski ve yeni şarkıları birbirlerinin içinde eritmeyi seviyoruz. Böylelikle hem kafalar karışmış oluyor hemde kimsenin bilmediği setleri çalmıyoruz.

Lütfen söyleyin Zu fuss’daki uzaylı amcanın söylediği lirikler neler?

O sözler çok özel olduğundan kimsenin anlamasını istemedik. Ama Zu fuss bir aşk şarkısı. Çok çok hüzünlü bir aşk hikayesini anlatıyor. Bir erkek, bir kız ve bir canavar hakkında. Hikayenin sonunda biri ölüyor. Sadece bunları söyleyebiliriz.

Elektronik müzik sahnesine patlama yaratacak yeni bir tarz lazım gibi..

Umurumuzda değil. Gerçekten. Biz sadece kendi müziğimizi üretmek istiyoruz. Herkes kendi yolunu takip etmeli.

Ufukta ki yeni proje için belirli bir tarz oluştu mu kafanızda?

Planlamak asla işe yaramaz. Genelde kafamızdaki delilere kulak verip stüdyoya gireriz. Patlama yapacak progressive ağırlıklı bir parçanın tınıları vardır beynimizde ama sonunda elimizde loop ağırlıklı minimal bir şarkı buluveririz. Yani planlamak bizim işimiz değil.


Manipülatif Dekoder




Belirli kalıplar ve metronomlar üzerinden yürüyen müzisyenler eninde sonunda kendi sınırlarına tosluyor ve kendini tekrar etme lanetini üzerlerine salmış oluyorlar. Ama James Zabiela bu kategorinin dışında kalıyor. Hiç acımadan beyin kıvrımlarımızda roller coaster yapan DJ, ritimlerinden fışkıran düzensizliği hepimize bulaştırıyor… Genç Jedi Zabiela’yı, düşünme yetinizi kaybederek dinleyin. Zamandan arındırdığınız alanda durun ve bekleyin.


Yeni EP’in Darkness, ve The Master Series by Renaissance’dan bize biraz bahseder misin?


Ana parça ‘‘Darkness by Design’’ Joy Division, Depeche Mode ve biraz da Nirvana’dan etkiler taşıyor. Sevdiğim müziklerin bir karışımı yani. İkinci plak alışılageldik bir birliktelik olsa da birincisi bu hayatın fon müziğini betimliyor. Bu süreç sırasında kayıt cihazıyla dolaştım ve oradan buradan çeşitli sesler topladım ardından bunları iPod’umdaki müziklerle karıştırdım. Her yıl toplama albümler çıkaran DJ’ler tanıyorum fakat bunu yaparsanız insanların sizden sıkılması riski doğar ve bu durum benim kesinlikle istemediğim bir şey. Ayrıca iyi parçaları birkaç yıl elinizde tutarsanız eninde sonunda iyi bir toplama albüm çıkartırsınız.

Gelecek vaat eden DJ’ler sence hangileri?


’’Spektre’’ ve ’’Audiojack’’ ikiside iyi prodüktörler. Aynı zamanda ’’D-Nox’’ çok iyi bir DJ. Bence iyi bir yıl geçirecek olan ’’Tom Budden’’ nın bir çok kaydını ’’Carl Cox’’ şimdiden çalıyor ve sadece benden değil birçok insandan da destek görüyor. ’’KOS’’, ki parçalarını bende çoğu kez kullanırım, ’’Nic Fanciulli’’ nin açılışını yapmak için şu an turnede ve One + One turnemizi gerçekleştirdiğimizde yine önce o çıkmıştı. Ve bir ihtimal var ki onun ismini her zaman anıyorum ’’Dave Robertson’’. Ama şu an farklı bir isim ile çalışıyor, ’’Reset Robot’’ ve ’’Dubfire’’ onunla SCI+TECH etiketini kurmak için anlaştı. Halihazırda birçok insan için çalışıyor mesela, ’’Fergie’’ ve ’’Christian Smith’’ için yaptığı bir parçayı da yeni bitirdi…


Senin tarzın Breakbeat ve House karışımıydı. Şimdi ise Tech House DJ olmayı seçtin. Ne Değişti?


Hiçbir şey. Sadece bilindik house sound’uma bir tutam tat eklemek için evrim geçirdim. Açıkça görülüyor ki Tech House son yıllarda büyük ölçüde yükselişe gecen bir tarz.

Sen pikapların başındaki scratchingyeteneğine ek olarak, loop ve efektleri geniş ölçüde kullanabilen tarzınla tanınıyorsun. Bu durum, setlerinde, rutinlere düşmeyi engelleme yolun mu?


Kişisel olarak, hala iki plağın temposunu karıştırmayı seviyorum her ne kadar kabinde Ableton ve Tracker’a sahip olsam da geleneksel DJ’liği tercih ediyorum ki bence işin eğlenceli kısmı da bu. Biz aynı zamanda performans sanatçısıyız. Orada öylece durup sadece tuşlara basıyorsanız işin içine hiçbir şey katmıyormuş gibi görünürsünüz. Tüm işlerini senkronlayıp hiç emprovize çalmayan DJ’ler var. Aynı anda, parçalarını birlikte harmanlayıp yeni versiyonlar çıkaranlar da var. Bazen parçaları karıştırıp canlı performansta onlardan tekrardan yeni bir şeyler oluşturmayı seviyorum ki kabinde tüm o ekipmanı kullanmamın ana sebebi de bu. Beatmaching yaratıyorum ve bu bana hâlihazırda kullandığım müzikten daha çok heyecan veriyor. On beş yaşındaydım ve Nirvana dinliyordum. Birdenbire bu işin içine dalıvermemin nedeni arkadaşımın scratch’ını dinlememdi. Bu zamanlar benim herhangi bir House kaydını dinlememden bile daha eski bir döneme denk gelir. Bir turntable sahibi olmak istediğimi hatırlıyorum ve bunu yapabilmek için şansım vardı.

Teknolojiyi yakından takip ediyorsun,Tweeter fanısın diye duydum.


Evet, gerçekten seviyorum. Değişim ve gelişim beni hep mutlu etmiştir. iPhone piyasaya ilk çıktığı zaman sabah 6’da Apple’ın önünde kuyruğa girmiştim. Bu kadar yakından takip ediyorum yani.

80’lerin bilimkurgu filmleriyle dolu bir evde büyüdün. Bu durum müziğini etkiledi mi peki?


Dr. Who, Transformers çizgi filmleri, Starwars ve düşük bütçeli dönem filmlerinin üzerimde büyük bir etkisi vardır. İlk parçamın adının ’’Robophobia’’ olması da buna dayanıyor bir bakıma.

Gerçekten orijinal boyutlu Storm-Trooper ve iki tane büyük boy Dalek sahibi misin?


Evet! Hepsi de koleksiyon parçaları. Aslında ilk popüler çalışmam, Avustralya’dayken üç tane sınırlı sayıda üretilmiş, çok ağır Optimus Prime oyuncaklarını taşımaya kalkarken belimi incitmem sayesinde oluştu. Birkaç günlüğüne otel odasından çıkamadım ve Ableton kullanmayı öğrendim. Daha önce kullandığım müzik yazılımlarından farklıydı. Parça kendiliğinden oluştu ama ben ilk hitimi yaptığımın farkında bile değildim. Ortaya çıkan şarkıyı Pete Tong ve Nic Fancuilli’ye verince gerçekten de bir şeyler yakaladığımı anladım.

Birazda tasarım yeteneğinden bahsedelim. Piooner’ın EFX 1000 yazılımı nasıl gidiyor?


Bu konuda çok fazla bir şey söyleyemem. Etrafta ajanlar olabilir… Şaka bir tarafa, uzun zamandan beri Pioneer’la çalışıyorum ve henüz piyasa çıkmamış birçok ürünü bu sayede test edebildim. Geçen sene Japonya’da kendimi Pioneer’ın merkezinde yeni çıkmış stüdyo programlarını denerken buldum. Takım elbiseli onlarca insan durmuş beni dinliyordu. Bir an için üzerimde deney yaptıklarını sandım! Performans bitince hepsi kibarca tebrik etti ve çok etkilendiklerini söylediler. Daha sonra ise hayatımda aldığım en değerli hediyeyi verdiler, mavi bir EFX500!




SuperMayer Save the World!




SuperMayer ikilisi, kendi alanlarında çok başarılı işler çıkartan ve çeşitli janrları üzerlerine gayet iyi oturtan ender sanatçılardan. Elektronik müzikte, minimal kulvarda ikon olmuş setlere imza atan ve müzik mabedi Kompakt Records’un sahibi Michael Mayer ile Alman minimal techno’sunun en karanlık ve iyi seçkilerini sunan Superpitcher (Aksel Schaufler)’ın kırması olan SuperMayer’ı inceledik ve kendileriniübermensch olarak gördüklerini fark ettik.Kesinlikle haksız değiller çünkü onlar gereken kumaşı yeterince sağlıyorlar. Minimal dünyamızı kurtarmaya kendilerini adamış bu ikili bastırılan tüm duyguları maksimize ederken apışıp kalacaksınız.

Uzun yıllardan beri birlikte çalışıyorsunuz. Bir grup kurmakta nerden çıktı?

Bu proje aslında gelecekten geliyor. Aksel ve ben bir grup kurmayı senelerden beri düşünüyorduk. Ama pek erken olmaz diye de tahmin ediyorduk. Birden SuperMayer’e odaklandık ve karşımıza bu sonuç çıktı. Birbirimizi o kadar net anlıyoruz ki stüdyoda geçirdiğimiz zamanlar bize evimizde arkadaşlarla geçirdiğimiz vakitleri anımsatıyor. Biz bir grup değiliz. Biz süper kahramanlarız.

SuperMayer’le ilgili planlarınız neler?

Dünyayı kurtarmak!

Ama daha mütevazi olursak eğer, hep daha çok müzik ve daha çok remiks yapmak. Ayrıca herkes neden remiks istiyor anlamış değilim… Reddetmek zorunda kalıyoruz, ben bir babayım! Bu arada özel geceler düzenleyip, performans göstermeyi daha da fazlalaştırdık. Görsel takımımızla harika sahne şovları hazırlıyoruz.

SuperMayer’in tarzını nasıl tanımlıyorsunuz? Kompakt’tan çıkan tüm albümlerin çocuğu gibi mi?

Evet aynen öyle. Bu albümü başka bir plak şirketinden yayınlasaydım Aksel herhalde beni öldürürdü.

Bizim müziğimiz bir tutam pop, biraz minimal techno, bolca da ironi içeriyor. Tatmin eden bass ritimleriyle iyi vakit geçirmek istiyorsanız SuperMayer sizi de kurtarabilir.

Lütfen çizgi roman havasında albüm kapağı yapmanızı ve kendinizi kahraman olarak görmenizi de açıklayın…

Kitlemiz bizi kahraman olarak görüyor, biz de öyle… Çizgi romanları tercih ediyoruz çünkü bunca sene boyunca, müzik piyasasının içerisinde sadece DJ olarak değil, plak şirketi sahibi, distribütör, girişimci, tasarımcı vs. olarak çalıştıktan sonra artık hayatla dalga geçmeye başlıyorsunuz. Hiçbir şekilde ciddiye alınmaması gereken şeyleri kafaya takmak bir noktadan sonra saçma geliyor.

Müziğinizde tetikleyiciniz nedir?

Geçmiş, şimdi, ve tabiî ki gelecek. Arkadaşlar, çocuklarımız, ailemiz ve kendimiz.
Teknoloji, internet ve müziğin ta kendisi… Bu saydıklarımın hepsi üzerimize müzik olarak geri akıyor.

18 Şubat 2010 Perşembe

Nietzsche loves you.





Prematüre doğmuş nihilist bir peygamber… Belki de Nietzsche’ yi en iyi anlatan arka arkaya dizilmiş birkaç sözcük bunlardır ve ancak bunlar bu kadar kolektif bir bilinç yaratabilir bizlerde. Kendine ‘tehlikeli belki’ nin filozofu’ diyen Nietzsche’ nin yazıları arasında masalsı bir parça vardır, DELİ.

O deliyi duymadınız mı: Tanla kalkan, fener yakıp pazar yerine koşan, durmadan bağıran: ‘Tanrıyı arıyorum! Tanrıyı arıyorum!’ diye.

Deli insanların arasına dalar, onları bakışlarıyla deler ve bağırır: ‘Nerede mi Tanrı? Söyleyeyim: ÖLDÜRDÜK ONU, sen, ben. Hepimiz onun katilleriyiz. Peki bunu nasıl yaptık?

Nasıl yutabildik denizi? Biz nereye gidiyoruz şimdi? Dalmıyor muyuz boyuna bütün yönlere? Aşağı diye yukarı diye bir şey kaldı mı? Sonsuz bir yokluk içinde değil miyiz? Hava daha da soğumuş öyle değil mi? Tanrıyı gömen mezarcıların gürültüsünü hiç mi duymuyoruz? Tanrının çürümesinden yayılan kokuyu burnumuz almıyor mu hiç? Tanrılar dahi çürürler. Tanrı öldü. Tanrı ölü duruyor. Hem onu biz öldürdük. Kim silecek bu kanı üzerimizden? Su var mı arıtacak bizi?

Nietzsche’ ye göre durum budur; Tanrı insanın içinde ölmüştür. İnsan kendi eliyle öldürmüştür onu. Tanrının ölümüyle açılan boşluğa yuvarlanmakta; en büyük tehlikeyle yok, olmakla karşı karşıya kalmaktadır; fakat bu en büyük tehlike onun en büyük dayanağıdır, insan ne yapıp edip bu boşluğu kendi varlığıyla, kendini alt ederek doldurmalıdır. Ancak böyle değer kazanacaktır Tanrıyı öldürmesi.

İnsan eksik, tamamlanmamış bir varlıktır, açıktır her şeye; Gerisin geri de gidebilir, sağa sola da sapabilir, yukarılara da yükselebilir. Öyleyse insan yönünü, amacını belirlemeli ona göre tamamlanmalıdır. Hayat, hep kendini alt edendir. Hayata ayak uydurmaktan, hayata yöndeş olmaktan başka sağlam yol yoktur. İnsan eksiktir ama bu eksikliği kendisi giderecektir; kurtuluş kendisinden gelecektir ona. Kendisinden yoksun insan; kargaşadan, yıldız doğuramamış bir karanlıktan başka bir şey değildir. Zaman gelmiştir. İnsan bir an önce diyalektiğini, kendine anlam veren bir düzene çevirmezse, yıldız doğurmazsa karanlığa, bütün başarısızlar gibi yok olmaya mahkumdur.

Üst İnsan Fenomeni


Nietzsche'nin üstinsanı ile Amerikan karikatür dünyasında, peleriniyle gökyüzünde uçan Süpermen arasında kesinlikle hiçbir ilişki yoktur. Eğer üstinsan Nietzsche, isim babası olduğu bu mizahın en azından birazına sahip olsaydı, bu kendisi için iyi olabilirdi. Clark Kent hiç değilse, dünyadaki kötüleri ve iyileri etkisine sokmaya çalıştığı saf bir ahlakın adına çalışıyor. Nietzsche'nin üstinsanı bu tür zahmetlerde bulunmuyor bile. Onun üstinsanı için tek bir ahlaki prensip vardır: güç istemi. Ancak, Nietzsche'nin Süpermen’i,
içinde en az o karikatür dünyasındaki kadar çok basit tiplerin bulunduğu bir dünyanın içinden doğuyor.


Üstinsan prototipi Nietzsche’nin dayanılmaz derecede sıkıcı, ama tehlikeli ve psikosomatik semptomları olan Zerdüşt’tür. İtiraf edilmeli ki, Zerdüşt ile ilgili hikâye mecazidir ve davranış kalıplarına işaret eder. Ama İsa peygamber de benzetmeler yaparak konuşurdu ve onun dağda verdiği vaazlarda da çocuksu bir yalınlık vardır. Onların derin anlamlarını idrak etmemiz ise, onlar üzerinde düşünmemize bağlıdır.

Ne var ki Zerdüşt benzetmesi çocuksu bir basitliktedir, üstüne defalarca kafa patlatsanız da. Her şeye rağmen yine de önemli bir mesaj içerir. Nietzsche’nin vaazını yaptığı şey, Hıristiyanlık değerlerinin çöküşünden başka bir şey değildir: Ona göre her insan, tanrısız dünyasında, bulunduğu her eylemin tüm sorumluluğunu üstlenmelidir. Prangalara vurulmamış bir özgürlükte kendi değerlerini bulmalıdır.

İster tanrısal, ister başka doğa güçleri tarafından olsun, bulunduğu eylemler için hiçbir ceza söz konusu değildir. Nietzsche bunda, 20. Yüzyıl insanının varoluşçu durumunu görüyordu. Ne yazık ki, bu tür koşullar altında nasıl davranılması gerektiği konusunda da görüşler belirmiştir. Nietzsche’ye göre, Zerdüşt’ün izlediği yol şeklinde gösterilen kuralları kendisine yön belleyecek insanlar üstinsan olacaklardı.

Böyle Buyurdu Zerdüşt’te Nietzsche kitaptaki kahramanı aracılığıyla şöyle der: "Maymun, insan için nedir ? Bir kahkaha veya acı veren bir utanç. Ve işte üstinsan için insan da böyledir: bir kahkaha veya acı veren bir utanç. Başka bir yerinde şöyle buyurur: "İnsanlığın hedefi onun sonu değil, olsa olsa insanlığın en iyi örnekleri olabilir.

Nietzsche bu bağlamda akılsızca davranarak üstinsanını 'soyluluk' ve 'kan' gibi gevşek düşüncelerle birleştirir. Ama o, bunu ırkçı bir şekilde anlamamaktadır. 'Güç İstemi'nde şöyle yazar. "Sadece doğuştan ve soydan asillik vardır. Başka bir yerinde de şöyle der: "Platon, Pascal, Spinoza ve Goethe ‘den bahsettiğimde, onların kanının benimkinde gezdiğini biliyorum." Nietzsche’nin gözünde bir Yunanlı, bir Fransız, bir Portekiz Musevîsi ve bir Alman, üstinsan ile aynı derecede kan bağına sahip.

Buna rağmen ırkçı lobi Nietzsche’nin üstinsanını aldı ve kendisinde yorumladı. Önce antisemitistler, sonra da faşistler işlerine gelen bölümlere atıfta bulundu. Düşüncelerinin gevşek bağı, ki Nietzsche’nin felsefi eylemi için bu tipik bir özellik, onun felaketi oldu.

Nietzsche’nin felsefesi gözden düştü, çünkü yirminci yüzyılın ilk yarısında grotesk bir şekilde kötüye kullanıldı. Bugün üstinsan hakkında, Nietzsche’nin onu anladığı şekilde konuşmak neredeyse imkânsız hale geldi.

Yazılarının poetik-pragmatik özelliği kasıtlı çarpıtmalar için ne yazık ki fazlaca bir hareket

alanı tanımaktadır. Çok şükür ki Nietzsche bize üstinsanı gülünesi bir konuma çekebilmenin fırsatını da tanıdı -ki bu da günümüze en uygun düşen tepkidir belki de "İnsan, hayvan ile ‘Üstinsan’ arasında gerili duran bir iptir, uçurumun üzerinde duran bir iptir... İnsanın büyüklüğü onun bir amaç değil de bir köprü olmasıdır. İnsanda sevebileceğimiz şey ise, onun bir geçiş ya da düşüş olmasıdır.


Yaşamla özdeşleşmek, kendini onun akıntılarına bırakmak, yaşamın, sonu ve amacı olmayan bir hareketin iki evresini de kat etmesini kabullenmek demektir -biri diğerini koşullandıran, yaratıcı evre ve yıkıcı evre

Bu varoluşçu zaman, alışkanlık ve geleneklerin altında silineceği ön planda bulunur. Sosyal zamanda yaşayan insanların yaşamları pek önemli değildir. Ancak varoluşçu zaman insan yaşamına, kişinin yaşayacağı maceraya bir anlam ve önem kazandırır. Ayrıca varoluşçu zaman daha da uzaklara yönelip tarihsel zamana erişir ve ona kendisine özgün niteliklerini kazandırır.

Böylece, genleşen ve gevşeyen zaman, olumsuz bir sonsuzluk amacıyla onu derleyen bir önsezi içinde değişime uğrar. Bunun sonucunda saplantı haline gelen duyumlar doğar. İnsanın ayakları altında çok geçmeden içine düşeceği bir uçurum ortaya çıkar. Gittikçe aratan bir yazgıya sahip olma duygusunun yanına bir de pek yakında gerçekleşecek olan bir felaketin kesinliği eklenir. Final çok yakında ve tıpkı dilimizin ucuna kadar gelen bir sözcük gibi kendisini ortaya çıkarmaya hazırdır.

Her şey tüketilmiş duygusu uyandırmaktadır. Beklenen gong sesi bir uyarı ve kurtuluş olarak algılanacaktır. Bundan sonra biz artık bir oyuncuyuz ve bu oyuncu rol aldığı bir sahneye fırlatılmıştır, taşıdığı maske ona zorla takılmıştır. Şimdiki tarih olayları ise, bıkıp usanmadan geçmişte kalan ve evrenin değişiminde tutsak kalan bir tarihin olaylarını yineleyip durur. ‘Sonsuz Dönüş’ işte bu kesinliğin ifadesidir.

Güçler dünyası hiçbir azalmaya uğramaz. Çünkü zamanın sonsuzluğu içinde güçsüzleşir ve yok olup gider. Güçler dünyası hiçbir duraksamaya izin vermez. Çünkü bu durumda duraksama aynı zamanın saatini hareketsiz kılar. O zaman güçler dünyası hiçbir zaman denge noktasına ulaşamaz. Güçler dünyasının dinlenmeye zamanı yoktur. Gücü ve hareketi her an aynı büyüklüktedir. Dünyanın ulaştığı durum ne olursa olsun, güç dünyasının bu duruma ulaşmış olması gerekir. Bu bir kez değil sayısız kez yinelenmelidir. Böylece, şu an yaşadığımız an birçok kez ulaşılmış olan bir andır.

Çam fıstık ağacı ve şimşek.
Ben insanların ve hayvanların boylarını aştım.
Ve konuşuyorum, kimse konuşmuyor benimle şaştım.
Ben çok yalnız büyüdüm ve çok yükseğe çıktım.
Bekliyorum, neyi bekliyorum ki, neye acıktım?
Bulutların tahtı bana çok yakın diyorum.
İlk çakacak şimşeği bekliyorum.

 

Foucault loves you.





Toplumda varolan türlü güç ilişkilerini ve hiyerarşik yapıları, söylem analizi yaparak, çeşitli kurumlara (hastane, devlet, okul, geneleve vs) odaklanarak ve toplumsal normlar ve iktidar odakları tarafından "anormal" olarak nitelendiren marjinal grupları, düşünceleri inceleyerek açığa çıkarmaya çalışan Foucault, kendi yaşamında da normların ötesinde bir çizgiye sahip olmuştur. Cinsellik üzerine yaptığı araştırmalar nedeniyle Paris "bordello"larında sıkça bulunmuş olan Foucault, bir süre San Francisco'nun elit gay komünitesine girmiş ve 1984'te henüz ne olduğu bilinmeyen Aids hastalığından ölmüş biseksüel (homoseksüel olduğu düşüncesi ağır basmaktadır), farklı bir adam ve düşünürdür. Deliliğin Tarihi, Kelimeler Ve Şeyler, Hapishanenin Doğuşu, Kliniğin Doğusu, Bilginin Arkeolojisi ve Cinselliğin Tarihi kendisinin en önemli eserleri arasındadır. Michel Foucault’a göre söylem tüm dünyayı ve insanları şekillendiren ve karşı sözler söylendiğinde dahi dışına çıkılamayan, ancak sınırları belirlenebilecek ve sarsılabilecek olan düşünceler, inanışlar, yargılar, değerler, semboller, kelimeler, harfler, kurumlar, normlar, gelenekler ve dilden oluşan ve içerisinde bir çok hiyerarşik yapıyı, güç ilişkini bulunduran dev bir organizmadır. Foucault'ya göre söylem öylesine güçlü ve karmaşık bir yapıdır ki, söylemin karşısında olduğunu iddia eden düşünceler dahi söyleme göre şekillenir ve söylem içerisinde kendi yerlerini, değerlerini bulurlar. Foucault'nun düşüncesinde söylemin açıklarını yakalamak için genealogy'e (soybilim) başvurulmalı ve her şeyin yapısökümü yapılarak merkezinde yatan güç ilişkisine ulaşılmalıdır. Bunun en kolay yolu da marjinal, öteki, farklı olarak nitelendirilmiş grup ve düşünceleri mercek altına yatırmaktır. Çünkü sistem bu noktalarda "error" vermekte ve açıklarını ortaya koymaktadır. Foucault'nun Two Lectures isimli makalesi Friedrich Nietzsche'den alarak geliştirdiği genealogy kavramını anlamak açısından bize faydalı olabilir. Bu makalede Foucault, dışlanmış, sistematik olmayan, dağınık, küçük, aykırı, farklı, öznel, devamlılığı olmayan bilgi peşinde koştuğunu söylemiş ve diğer bilgi türlerinin söylemin çizgilerine göre şekillendiğini ya da kendi söylemlerini, güç ilişkilerini oluşturduğunu iddia etmiştir. "Inhibiting effect of totalitarian discourse" adını verdiği şey, bilimsel ya da ilahi olduğu iddiasıyla kendi söylemlerini yaratan tüm ideolojiler, düşünce sistemleri, inanışlar ve normlardır. Bundan kaçabilmek için "neden" sorusundan çok "nasıl" sorusuna cevap aranmalı, gücü uygulayan merkezden çok güce maruz kalan özneye odaklanılmalı, çevresel, mikro bilgiden merkeze doğru ilerlenmeli ve söylemin gücü her alanda aranmalı, onun çeşitli tuzaklarına kanılmamalıdır. Bir diğer önemli nokta ise, söylemden kaçarken yeni bir söylem oluşturmamaya gayret etmektir. Bu nedenle Foucault, "Ben, kitaplarımın molotof kokteyli ya da mayın tarlası olmasını isterim, tıpkı donanma fişekleri gibi kullanıldıktan sonra kendilerini yok etmesini isterim" demiştir. Ancak geldiği noktada, Foucault'nun modernizmi ve her türlü ideolojiyi reddeden yeni nihilist bir söyleme ulaştığını iddia etmek mümkündür. Foucault'nun entelektüelin rolü konusundaki düşüncelerini ise sanıyorum en somut şekilde ortaya koyduğu eser "Las Meninas" makalesidir. Diego Velazquez'in ünlü tablosundan esinlenerek yazdığı bu makalede Foucault, kendini resmin en arka tarafında kapının eşiğinde duran ve merkeze uzak olmasına karşın dışarıda kalmayan ve tüm olayları gözlemleyebilen bir konumda bulunan bu karanlık adamla özdeşleştirmiştir. Yani Foucault'ya göre entelektüel söylemin esiri olmadan ancak etkilerini gözlemleyemeyecek kadar da uzaklaşmadan, toplumu izlemeli ve çeşitli güç ilişkilerini açığa çıkarmalıdır. Söylem her yerdedir ve herkesi esiri yapmıştır.

Türk bayrağı onu görenler için belirli bir şeyi sembolize eden ve uğrunda can verilebilecek, adam öldürülebilecek kutsal bir şeydir. Ancak uzaydan gelmiş ya da modern toplum düzenini bilmeyen biri için, Türk bayrağı sadece kırmızı zemin üzerinde beyaz bir ay ve yıldız bulunan bir bez parçasıdır. İşte bu örnekte olduğu gibi her obje, her düşünce, her yapı aslında söyleme göre şekillenmiş ve çeşitli güç ilişkilerinin yayılmasına, doğalmış gibi gözükmesine yol açan asla mağlup edilemeyecek olan düşmandır. Entelektüel bilginin arkeoloğu olmalı, bilimsel olarak doğru kabul edilen şeyleri dahi kazmalı, derinliğe ulaşmalı ve sorgulamalıdır. Entelektüel bunu yaparsa her düşüncenin, sembolün merkezinde bir güç ilişkisi bulacaktır.

Foucault'cu anlayışta ön plana çıkan bir diğer kavram olan "güç", bir köle ve sahip arasındaki ilişki değildir.Foucault'nun "Panopticism" makalesi onun güç anlayışı konusunda bize bir fikir verebilir. Foucault'ya göre üç değişik tip güç vardır. Birinci güç tipi klasik disipline etme yöntemi olan cezalandırmaya dayalı sistemdir. Buna göre hata yapanın cezalandırılması ve bu yolla disipline edilmesi, kontrol altına alınması güç uygulamasının eski ve yaygın bir türüdür. Ancak modern toplumların karmaşık yapısında artık bu birinci açık güç kullanımı yerini ‘panoptik’ güç kullanımına bırakmıştır. Panopticon, Jeremy Bentham'ın geliştirdiği bir hapishane mimarisi tipi ve genel anlamıyla modern toplum düzeni modelidir. Bentham'a göre içerisi görünmeyen bir kule etrafında yan yana dizilmiş hücrelerde bulunan mahkumlar, bu kule vasıtasıyla gözetlendiklerini daima bilecekler ve bu gözetlenme korkusunu, güdüsünü içselleştirerek toplumsal hayatta da istenmeyen hareketlerden uzak duracaklardır. Bu sayede işçiler çok düşük bir ücret karşılığı günde 16 saat çalışmayı kabul edecekler ve yerleşik düzen sindirilmiş ve kontrol altında tutulan bireyler sayesinde ayakta duracaktır. Bentham'ın tasarladığı Panoptik düzende, çeşitli ışık oyunlarıyla kulenin içerisi görünmez yapılırken, modern toplumda kameralar vasıtasıyla bu zorluk ortadan kaldırılmıştır. Bir faydacı (utilitarian) olan Bentham'a göre, bu sayede kulenin içerisi boş bırakılsa dahi mahkumlar gözetlendikleri hissine kapılacak ve hareketlerine dikkat etmek zorunda kalacaklardır. Bu içselleştirilmiş korku hapishane çıkışı da etkilerini gösterecek ve toplumsal normlara, devlet kurallarına uygun hareket eden bireyler yaratılacaktır. Modern toplum da çeşitli mekanizmalarıyla (kamera sistemi, mahkemeler, polis gücü vs) bireyi sarmalamış ve her hareketini kontrol altında tutmaktadır.Foucault'cu bir bakış açısıyla doğru-yanlış ayrımı yapan ve öbür dünyaya dair uygulamaları nedeniyle bireyi kontrol altına almaya çalışan dini sistemler de,panoptik güç uygulamaktadır.

Foucault kesinlikle bilimsel bilgiyi, objektif doğruyu reddeder. Bu yönüyle post-modernizmin babası sayabiliriz kendisini. Aydınlanma'yı bireyin dinden kurtuluşu ve otorite sınırlari dahilinde özgürce düşünebilmesi olarak açıklar. Foucault'nun objektif doğruyu reddetmesi ve söylemin yıkılamayacağını düşünmesi onu ilerleme düşmanı bir nihilist konumuna indirgemektedir. Ancak unutulmamalıdır ki bu adam işçiler, homoseksüeller, deliler, kadınlar, mahkumlar, hayat kadınları için polisle çatışan bir siyasal aktivisttir. Bu nedenle Foucault'yu kendi başına bir söylem olarak almak yerine, onun ikili karşıtlıklar metodunu kullanarak ezilen ve dışlanan grupların haklarını savunmak ilerici bir hareket olacaktır. Gayler, Afro-Amerikalılar ve çeşitli toplumlarda çeşitli şekilde hiyerarşik yapının aşağı kademelerinde bulunan gruplar Focault'nun metoduyla belki de daha iyi savunulur hale gelmiştir. Marksistler de, azılı bir anti-komünist olmasına karşın Foucault 'nun düşüncelerinden hareketle ve söylemle sınıfsal kökenler arasında ilişkiler kurarak teorilerini geliştirmiş ve 21. yüzyıla taşıyabilmişlerdir. Foucault asla tam olarak çözülemeyecek devasa bir puzzle'dır. Ancak farklı noktalarda birleştirebildiğimiz çeşitli parçaları ortaya koymak ve bunları iyi niyetle ezilen, dışlanan, ön yargılara kurban giden sosyal gruplara, bireylere uyarlamak 21. yüzyıl entelektüelinin belki de en büyük sorumluluğu olmalıdır..

Baudrillard loves you.





Öncelikle Fransız dilinin ayrılmaz parçası olan paradoksların büyük ustası Baudrillard, Körfez Savaşı'ndan sonra 'tarihe geçen' bir söz etmiş ve o savaşın olmadığını, yaşanmadığını belirtmişti. İnsanlığın ilk kez o savaşla birlikte bilinç tarihinde başka bir düzeye geçtiğini belirtiyordu Fransız toplumbilimci. "Çünkü", diyordu, "Hepimiz televizyonların karşısında sanal bir savaş izledik. Savaş bize, televizyonlar üstünden, bütün anlamından soyutlanmış olarak taşınıyordu. Acısı, tozu, dumanı yoktu. İzlenen, eğlencelik bir şeydi Körfez Savaşı." Görüntünün içinde olup bitiyordu ve bu savaşı 'yaşanan' bir şey sayamazdık. Televizyonu açtığımızda oradaydı, kapattığımızda da yok oluyordu..
Hepsinden önemlisi, Baudrillard'a göre savaş, izlediğimiz kadarıyla bile 'gerçek' değildi. Görüntü denilen şey, 'canlı' olduğundan bile müdahale (manipüle) edilebilir bir şeydi. Gerçek bir görüntü zaten olmazdı. O nedenle gerçek artık kendiliğinden, doğal
haliyle hayatımızdan çıkmıştı.

Her şeyin başı taklit

Baudrillard'ın bu tartışması aslında yeni bir şey değildi. Görüşlerine aşina olanların hemen anlayacağı üzere yapısalcılık sonrası düşüncenin bu önemli ismi daha önce öne sürdüğü bir görüşünü o günkü olay çerçevesinde somutlaştırıp, bir anlamda kanıtlıyordu.
Gerçeğin öldüğü daha önce birçok düşünür tarafından zaten ilan edilmişti. O buna yeni bir boyut eklemekteydi. Baudrillard'a göre ölen 'taklit' (mimesis) dediğimiz şeydi. Mimesis, özünde, insanların doğayı taklit etmesiydi. Bu, hem bilimin hem de sanatın özüydü. Batı kültürünü ve metafiziğini bu kaygı oluşturmuştu. Her dönemde insan öncelikle doğaya bakmış, orada gördüğünü yansılama gayretinde olmuştu. 20. yüzyıl başındaki kübizm buna bir tepki göstermişti ama o bile gerçekle bağını bütünsel bir biçimde koparmamıştı. 20. yüzyıl sonundaysa insanlar nesneleri de, sanatsal gerçekleri de doğaya değil bizzat kendileri tarafından önce üretilmiş nesnelere bakarak üretiyordu. Baudrillard, bunu 'simulakrum' diye açıklıyordu. O da Yunanca taklit demekti ama bu anlamda.
Şimdi, 2. Körfez Savaşı'nı yaşadık. 'Oldu da bitti!' diyeceğimiz kadar hızlı cereyan etti. Aradan geçen zamanda teknoloji de habercilik anlayışı da büyük ilerlemeler kaydetmişti. Artık 'yerleşik habercilik' düzeyine erişmiştik. 'Canlı' dediğimiz yayındaki insan 'unsuru'nu bile artık ortadan kaldırmak istiyorduk. Olabildiği kadar el değmemiş, kusursuz haberi yakalamaya çalışıyordu insanlık. Sorun 'gerçek'teydi. Haber denilen şey gerçek olmalıydı. Gerçek ise 'sahih', yani doğru olmak gerekirdi. Böylesi bir gerçeği yakalamanın yolu da insan elini işin içine sokmamaktı.
Bu kadarı başarıldı. Tanklara ve diğer hareketli araçlara yerleştirilmiş kameralar o anki durumu değil de durumun bir parçasını televizyon izleyicilerine aktarabildi. Ne var ki, o görüntüler bize Baudrillard'ın paradoksunu bir kez daha hatırlatmaktan daha öteye gitmedi. Ortada bir görüntü vardı, onun mekanize bir kamerayla oluşturulduğunu biliyorduk, durum gerçekten de belli bir zaman ve coğrafyada yaşanan şeydi fakat, savaş denilince hatırladıklarımızla ilgisi yoktu gözümüzün önündeki şeylerin. Sanallık bu defa da etkin ve galipti. Görüntünün kendisinin 'yalan' olması bir yana, görüntünün daha ileri aşamalarından manipule edilmesi hâlâ başvurulan bir yöntemdi. Belki bir bölümü etik nedenlerle geriye itilmişti. Mesela, o anda vurulan ya da ölmekte olan bir adamın görüntüsü, bombayı 'yiyen' bir yapının o andaki durumu gelmiyordu ekrana. Ama önce ama sonra tasarım görüntünün nesnelliğini engelliyordu. Kısacası yine 'nesnel' bir görüntüye ulaşamamıştık.

Haberlerin içyüzü

Haberin iç yüzü, gerçeği daha sonra ortaya çıktı. Saddam'ın heykelinin yıkılışı kuşkusuz savaştan arta kalacak bir görüntü. Ama gerçekten kalacak mı?
Çok benzeri görüntülerle insanlık 1989'un son 1990'ın ilk günlerinde de karşılaştı. Eski Doğu Bloğu ülkelerinde rejim devrilince bir çok ülke diktatörünün heykeli de aynı şekilde yerle bir edildi. O görüntülerin unutulmayacak biçimdeki ünlem işaretini 'Ulis'in Bakışı' isimli filmde Theodopulos koyuyordu. Lenin'in heykeli tıpkı ölü bir insan gibi sırtı üstü bir mavnanın küpeştesinde yatmaktadır. Araç nehir boyunca ağı ağır akar. Kıyıda duran ihtiyar Rus köylüsü heykelle göz göze gelir. Başındaki şapkasını çıkarır. Usulca diz çöker. Ellerini göğsünün üstünde birleştirir. Haç çıkarır. İsa'yı selamlarcasına heykeli selamlar. Ama ben bugünkü görüntülerin diğerleri kadar akılda kalacağını sanmıyorum. Bunun nedeni sadece iki görüntü, iki durum arasındaki diğer farklar değil. Öncekiler ne kadar ağır başlıysa bunlar da o kadar yılışıkçaydı. Sonradan ortaya çıkan 'gerçek'ler…
Amerikan televizyonları aynı imgeleri üst üste, birbiri ardınca sayısız defa yayınladı. Fakat, ertesi gün kanallardan birisinde 'gerçek' ortaya çıktı.

Heykelin yıkıldığı bina en çok televizyoncu barındıran binaydı. İkincisi, heykel yerde sürüklenirken işin içindeki 15 kişiden sekizi foto muhabiriydi.
Yani, o görüntünün, bir habercilik görüntüsü gibi kendiliğinden mi oluştuğu yoksa tıpkı bir sanat yapıtı gibi bilinçle, önceden tasarlanarak mı oluşturulduğu şimdi bir tartışma konusu.
Kısacası, görüntünün yalancılığı ve yalansılığı artık kafalarımıza iyice dank ediyor. Görüntü bir yana artık haber denilen ve gerçeğe en yakın durduğu varsayılan görüntünün düzmece bir şey olduğu iyice anlaşıldı. İnsanlık, bunu binlerce yıllık tarihinde öğrenemedi ama işte birkaç günlük savaş bunu ona iyice belletti. Savaş çıkmasın dedi birçok kişi; bunca insan ölecek, felaket yaşanacak diye. Şimdi bir de, keşke savaş çıkmasaydı kandığımız yalanlarla ne iyi yaşayıp gidiyorduk dense, yeridir.