19 Nisan 2010 Pazartesi

Irreversiblé: Geç kalınmış bir yazı






"Geriye dönüş yoktur; zaman her şeyi mahveder.
Çünkü bazı şeyler onarılamaz...
Çünkü insan bir hayvandır...
Çünkü intikam isteği, doğal bir dürtüdür...
Çünkü çoğu suç cezalandırılmaz...
Çünkü sevilen birini kaybetmek, insanı yıldırım çarpmış gibi mahveder...
Çünkü aşk, yaşamın pınarıdır…"

Sırtını psikanalize dayamış, rüya ile gerçeğin sarmaş dolaş olduğu bir film. Film bir kadın ve etrafındaki üç erkek ile üç ana sahneden oluşuyor.

Alex'in sevgilisi /eşi Marcus "Ego"yu temsil ediyor. Alex'i çok seven oldukça şirin, sevecen ama bazen onu aldatmaktan da (partide kızlarla sevişmeye yeltenmesi) çekinmeyen biri. Yani her haliyle, günahıyla-sevabıyla normal bir insan. [aşk]

Alex'in eski eşi Pierre "Süperego"yu temsil ediyor. Entelektüel, her zaman kendisi dışındaki şeyleri ve insanları düşünen, sakınaklı biri. Marcus'u diğer kızlarla sevişmekten alıkoyan ve ona bunun ahlaksızca olduğunu söyleyen dans etmeyen, hep konuşmak muhabbet etmek isteyen biri. [mantık]

Alex'e tecavüz eden Tenya ise "İd"i temsil ediyor. Her göründüğünde hayvanca hareketlerde bulunan biri. Tecavüz ediyor, üstüne dövüyor, küfrediyor. Kavga sırasında Marcus'ü bile sikmeye yelteniyor. [kötülük]

Üç erkek karakterin de kendisine ait üç ana sahnesi var:

İlk bölüm "İd"i simgeleyen mütecaviz Tenya'nın, yani "Bilinçaltı"nın. Ortam olduça karışık, kamera durmadan sallanıyor, renkler, müzik ve sesler mide bulandırıcı. Burası bilinçaltı. normal hiçbir insan buradan hiçbir anlam çıkarmaz zaten. Her şey karman çorman. Bulunduğumuz ortamın adı "Rektum". Freud'un normal insan olabilmek için çocuklukta düzene sokulması gerektiğini söylediği ve İd'in krallığını sürdüğü yer. Tenya'nın Alex’e arkadan tecavüz ettiği, ardından tanınmayacak hale gelene kadar dövdüğü "Güzelliğinle her şeyi edebileceğini mi sanıyorsun, kaltak?!" dediği tünel. Pierre'in kafasını kırdığı Tenya'nın üzerine etraftakilerin döllerini attırdığı ve ölen kişi karşısında herkesin çılgın attığı yer. Kaos ortamı. Bastırılmış bütün sapkınlıkların iblisce fink attığı dipsiz cehennem kuyusu.

İkinci bölüm süperego'yu temsil eden entelektüel Pierre'in, yani "Üst bilinç"in, toplum bilincinin. Metro ve parti ortamı. Etrafta insanlar var, karakterler toplum içinde. muhabbet ediliyor, konuşuluyor. Özellikle de Pierre durmadan kendini ifade etmeye çalışıyor. "Düşünme"nin ve "Mantık"ın diğer şeylerden önemli olduğu anlatmaya çalışıyor diğer ikisine. Alex ona "Sorunun da bu senin; hep kendin dışındakileri düşünüyorsun, rahat ol, sal kendini biraz" diyor.

Üçüncü sahne, ego'yu temsil eden Marcus'ün, yani "Bilinç"in. Alex uykudan uyanıyor, bilinci yerine geliyor. kırımızı bir tünelin olduğu kötü bir rüya gördüğünü söylüyor. Yatakta birbirlerine aşk oyunları yapıyorlar. Anal seks teklifine "Hayır buna izin vermem… Her şeye ben karar veririm" diyor (Tenya'nın dayak sahnesinde söylediklerini hatırlayın: "Güzelliğinle her şeyi edebileceğini mi sanıyorsun, kaltak?!") Banyodaki test ile hamile olduğunu öğreniyor. Karnı şiş halde yatak sahnesi... Ve sonunda çocuklu park ortamı, çocuk doğuyor.

Filmin, seçimi seyirciye kalmış iki farklı zaman akışı var. Birincisi sondan başa doğru. Eğer bunu kabul edersek, tüm yaşananlar gerçek. tecavüz gerçek, Alex'in hastanelik olması gerçek, Tenya’nın ölümü gerçek... Anlaşılan birçok kimse filmi böyle kabul etmekte ve filmin "Geriye doğru" giden bir zaman akışı olduğunu iddia etmekte. Ama yönetmen daha en baştan bu durma tavrını koymakta ve bize gerek filmin adıyla (Irréversible) gerekse tanıtım cümlelerinden biriyle ("Geriye dönüş yoktur") karşı çıkmakta.

İkincisi ise düz zaman akışı. Bu durumda Alex uyanana kadar gördüklerimiz onun "Rüya"sı. iki sevgili uyandığında Marcus kolunun karıncalandığını söyleyip abuk-sabuk kol hareketleri yapıyor (rektum'da kırılan kolunu canlandırmaya çalışıyor) Filmin başında görünen yaşlı, şişman ve kızıyla ensest ilişkide bulunduğunu anlatan çıplak adam kim olabilir bu durumda? Alex'in babası tabi ki! Alex'e küçükken babası tecavüz etmişti ("Çünkü insan bir hayvandır"). şimdi de Alex rüyasında halen onun etkilerini yaşamakta ("Zaman her şeyi yok eder" mi gerçekten?) Tecavüz, dayak, ölüm.. Bunların hepsi çocukken yaşanan ve bastırılan travmanın rüyadaki tezahürleri. Freud'un kontrol altına alınması gerektiğini söylediği "Anal"ın (rektum, anal tecavüz, Marcus'ün sebepsizce aklına gelen Alex'i arkadan tecavüz analojisi) bilinçaltında ortaya çıkıvermesi ("Çünkü bazı şeyler onarılamaz") Bu zamana kadar halledilememiş ensest suçu ("Çünkü çoğu suç cezalandırılmaz") rüyalarda tekrar tekrar ortaya çıkmakta. Alex'in tecavüze uğradığı yerin bir yeraltı tüneli olması tecavüzün bastırılıp bilinçaltına itildiğini göstermekte. Pierre ve Marcus çocukluktan beri sorunlu rektumun içine girerek ta bağırsaklarda "Tenya"yı bulur ve yangın söndürücü ile - hem mecazi anlamda hem de kelime anlamıyla - Tenya'nın başını ezer. Süperego (Pierre) bile bir zaman sonra "Mantık"ı bir tarafa bırakmakta ("Çünkü intikam isteği, doğal bir dürtüdür", "Çünkü sevilen birini kaybetmek, insanı yıldırım çarpmış gibi mahveder")

Ama yönetmen bize çözümün bu olmadığını da gösteriyor ve cevabı filmin sonunda yapıştırıyor. Kötülüğü (Alex'in ensest geçmişi) mantıkla yenemezsiniz (Alex'in Pierre ile olan ilk evliliği) Onu ancak sevgiyle (Marcus) yenebilirsiniz. Eğer insanoğlu geleceğe umutla bakabilmek istiyorsa bunun tek yolu vardır, o da aşk. Nitekim, hamile olduğunu öğrendiğimiz Alex’de bu yolu seçmiştir. Şimdi çocuğuyla beraber parkta mutlu yarınlara doğru uzanmaktadır. ("Çünkü aşk, yaşamın pınarıdır")

Tüm simgeler yerine oturtulunca filmde gerekiz yere kullanılmış sert/çarpıcı sahnelerin bulunduğu söylenemez. Bilinçaltının temsil edildiği bölüm dışında hiçbir şiddet sahnesi yok. Hatta seyircilerin tepkisinden (kusmalar, sinema ortamını terk etmeler, yani görüntüleri kabullenememe) yönetmenin bilinçaltı tasvirinden iyi iş çıkardığı bile söylenebilir. Yönetmenin de tecavüzü onayladığını iddia edenlere ise ne demek gerek acaba? O sahneye dikkat edilirse, tecavüz boyunca kameranın yerde hareketsiz olduğu hatırlanacaktır. yönetmen burada bize şöyle seslenmektedir:

"Ey seyirci, kusuruma bakma ama az sonra olacak şeyleri sinematografik açılardan göremeyeceksin, çünkü ben kamerayı yere bırakıp kaçacağım. Kamerayı elime alıp benden bu sahneyi çekmemi bekleyemezsin. Ama ne var ki burası bilinçaltı, elimden bir şey gelmez, "Olduğu gibi" izleyeceksin, ben karışmıyorum, ne halin varsa gör!"

Peki tecavüz sırasında tünelden geçen ve durumu görür görmez topuklayan kim olabilir? Bunun yönetmen Gaspar Noé'nin bir tür kehaneti ve seyirciyle interaktivite çalışması olduğuna inanıyorum. Filmi sinemada izleyenler şöyle hafızalarını bir karıştırsın. Çoğu seyircinin müdahale etmediği için küfürler savurduğu kişi tecavüzün başlarında karşımıza çıkmakta. Acaba tam bu sahne gelmek üzereyken sinemada tecavüz görüntülerine dayanamayarak çıkmak isteyen birilerini hatırlıyor musunuz? Eğer cevabınız "Evet!" ise Gaspar Noé'nin kehaneti tutmuş demektir. Çünkü o tecavüze müdahale etmeyen kişi bizzat seyircinin kendisidir ve Gaspar Noé sormaktadır seyirciye;

"Nereye kaçıyorsun?!? Aptal olma! Bu bir film, gerçek değil! Eğer bir şeylere tepki duyuyorsan bunu gerçek hayatta yapman lazım. Eğer gerçekten tecavüzden iğreniyorsan, üçüncü sayfa haberlerini bir sinema filmi gibi izleyen ben miyim yoksa sen mi?! Benim filmim üçüncü sayfa haberlerinden daha mı gerçek ki sinemayı terkediyorsun? İki yüzlü olma! İki yüzlü olma! Bu halinle bir çocuktan farkın yok! Otur koltuğa! Sen, Allah bilir, Hollywood filmlerindeki ışıltılı hayatları da gerçek sanıyor, hayatını onlara özenerek geçiriyorsundur! Onların büyükler için yapılmış çizgi filmler olduğunu ne zaman anlayacaksın? Yaşamı(nı)n güzel olmasını istiyorsan, tepkini filmdeki şiddetin varlığına değil, gerçek hayatta şu anda bile olmakta olan şiddete göstermelisin."

Seyircinin aşırı tepkisine bakılırsa yönetmenin bir de "Dolaylı" amacı olabileceği varsayımı kaçınılmaz. Gaspar Noé şiddet sahnelerine gösterilen tepkilere bakarak filminin nasıl da hemencecik anlaşılmaz kılındığına deli gibi gülüyordur sanırım. İnsanlar öyle duruma getirilmişler ki sadece kurgulanmış şiddete odaklanarak filme not veriyorlar. Kimse her gün bir gazete haberinde olan gerçeklere (savaş, tecavüz, cinayet, hırsızlık ve akla hayale gelmeycek binlerce berbat olay) bunun onda biri kadar bile tepki göstermezken, bir filmi sadece tecavüz/şiddet var diye yargılamak, insanların birileri tarafından nasıl da tam ters alışkanlıklar kazandırıldığının ironik kanıtıdır (kimler acaba bu birileri?)

14 Nisan 2010 Çarşamba

Kutsal Üçlü: Tobias Daniel Thomas





İleriye dönüşümü olan işler yapan Tobias Thomas, akılsız müzik yapan ve nihayetinde çamura saplanıp kalan meslektaşlarından fersah fersah uzakta onlara el sallayan bir müzik adamı. Minimalin doğumunda kamerayı tutup, “Babaya gülümse hadi!” repliğinin sahibi de o. 20 sene önce tüm yaşanmışlıklarını geçmişte bırakıp, Michael Mayer ile hayatında bir “sabit” kurmaya Cologne’a gelen de o. Tüm dinleyenleri zevk ve acı çığlıklarına boğan, türler arası bağlantıyı çözmek adına hepimize anamorfoz gözlükleri dağıtan Kompakt adam Tobias; kirli, umursamaz, desibeli yüksek tınılarla sevişmemiz için elinden geleni ardına koymuyor.

Kendisi sorularımız karşısında tüm yalınlığıyla şeffaf bir halde dururken, biz de ona Michael Mayer’den, Kompakt’a, hayatının parabol eğrisinden, babasına dek sorulabilecek tüm soruları sorduk.

Müziğinde seni tetikleyen ne oluyor? Kırılma noktan nedir?

Benim tek derdim iletişim kurabilmek. Dj’liğe ilk başladığım zamanlarda güçlü hissediyordum çünkü bir şeyler yapanların tarafındaydım. Öteki tarafta duruyordum. Babam tiyatro yönetmeniydi, küçükken ona yardım ederdim. Bu sayede sahne önünde olmayı öğrendim ama sahne arkası benim daha çok ilgimi çekiyordu açıkçası… Biri olmak, işe yarayan bir şeyler yapmak, bir şeyler önermek ve insanlardan tepki alabilmek çok doyurucu bir duygu. Sanırım 16 yaşımdaydım ve ilk defa kulübe gitmiştim. Dj’in önünde dikilip, onu izledim ve hayatımda yapmak istediğim işin bu olduğunu anladım… Müzik yapmak benim yaşamımda ki en önemli olgu değil ancak bu, insanlarla iletişim kurabilmemin tek yolu. Bu yüzden ona ihtiyacım var. En iyi anlarda iletişim düzgün gider ve herkes mutludur…

Ya kötü anlarda?

Eğer 20 senedir müzik yapıyorsan bir yığın kötü anın vardır. Bazen müzik iyi değildir, bazen kulüp güzel değildir. 10 metre yukarda müzik yaparsan ne seyirciye ulaşabilirsin, ne de müzik yapma isteğine. Belki ses yeterli çıkmıyordur, ya da kitle yanlıştır, belki de ben yanlışımdır. Plak çalmak soru sormaya benzer, anında cevap almam gerekir. Eğer cevap gelmezse bir soru daha sorarım, gelmezse bir daha, bir daha, bir daha… Hala cevap yoksa ya da dinleyici tüm parçalara aynı şekilde dans ediyorsa, çalışamam tıkanırım. Ama bazen insanların hata yaptığımı söylemeleri güzel gelir. Bunu duymak gerekli çünkü. Suratlarına bakıp bundan sonra ne çalmam gerektiğini anlarım. Aslında bu iş çok stresli ama her zaman en iyisini ummak gerekli.

Spex Magazine’de yazıyorsun. İletişimin bir yolu da bu aslında…

Yazı yazmak daha sağlam bir durum çünkü elinde tutabiliyorsun. Evindesin, bilgisayarın önünde oturuyorsun yazını yazmış, yazıcıdan çıktısını almışsın. Bir konuda fikir belirtmişsin ve o artık dışarıda. Değiştiremezsin, saklayamazsın, unutamazsın o orada çünkü. Ama insanlar buna dans edemez o ayrı. Bu daha değişik bir durum. Okuldan öncede sonrada hep yazardım. Bir şair kadar duygusal değilim, Nobel ödülünü de kazanacak gibi de görünmüyorum ama dürüstüm. İnsanları bir yerlerinden yakalayabiliyorum. Benim hakkımda bir şeyler bildiklerini hissediyorlar ve bu beni onlara yakınlaştırıyor.

Minimal kendini tekrar ediyor deniliyor.

Bizim dönem için minimal neredeyse bitti. 10 seneden beri minimal çalıyoruz ve bu durum belirli bir noktadan sonra artık saçma gelmeye başlıyor. Minimal eşittir Berlin düşüncesi yerleşti insanların beynine. Bu düşünce yeni akımların doğmasını zorlaştırıyor. Belki de bu Richie Hawtin ve m-nus yüzündendir bilmiyorum. Ama bir bakıma da mutluyuz çünkü bizi işin içinde tutuyor bu durum. Bu müziği bilenler bizi biliyor çünkü yaratıcıları biziz. Bahsettiğim Avrupa minimali. Tabi birde Amerikan minimali ve Detroit Techno var. Bu konudan bahsetmek bile istemiyorum. Hala setlerimde minimal çalıyorum ama artık bunu yaymak, ideal düşüncem haline getirmek, insanların vizyonlarını değiştirmek gibi dertlerim yok. Bu çok uzun zaman önceydi.

Peki yeni akım?

Bu konu artık gençlerin yaratacağı bir akım olacak. 2, 3 senden beri indie rock, techno nu wave gibi garip akımlar birbirlerinin içinden geçerek yeni bir şeyler oluşturuyorlar. Bu konu hakkında benim bir problemim yok, sadece anlamıyorum… Oturup dinliyorum bazen ama garip geliyor bana. Artık 38 yaşındayım ve bu gençler komik giyiniyorlar. Bundan sonra patlama yaratacak akım ne olur emin değilim ama aslında pek de umursamıyorum. Bu benim işim değil. Ben zamansız ve mekansız bir müzik çalıyorum. Hepimiz pop dinleyerek büyüdük ve ardından elektronik müzik geldi. Bu dönemden kullanabileceğim o kadar çok kumaşım var ki… İşte bu yüzden çok şanslıyız. Techno, aslında jazz ve hip hopla aynı platformda. Öylece duruyor. Bir yere gittiği yok. Bende çok fazla yorulmazsam eğer benim de bir yere gittiğim yok.

Michael Mayer ve Aksel ile olan ilişkinden bahsedelim birazcık…

Michael’i 20 senedir tanıyorum. Üniversite bitince Cologne’a geldim ve ‘Hey Mayer burası güzel sende gel!’ dedim ve geldi. Michael en çok back to back çaldığım kişi çünkü beni en iyi anlayan o. Benimde en çok güvendiğim insan kendisi. Aksel ise daha sonra gruba dahil oldu. O bizden daha genç ve bizim mirasımız gibi bir şey aslında… Biz krallardık o da prens. Onu bu sorumlulukla yetiştirdik. O da Michael’la ikimizin paylaştığı felsefeyi tamamen benimsedi. Geceye nasıl başlanır, nasıl bitirilir, insanlarla nasıl uğraşılır, ışık nasıl ayarlanır hepsini öğrettik ona. Dj olmak sahneye çıkıp cool davranıp habire kasılmakla olmaz. Her noktada bütünlük ve denge oluşturmak asıl önemli olandır.

Tobias’ın anlamı ne bu arada?

Tobias Tanrı’nın isimlerinden biri. Aslına benim tüm isimlerim İncil’den. Tobias Daniel Thomas üçü de İncil’in Diriliş bölümünden alınma. İsmim yaratmak, kutsal güç, saflık, anlamına geliyor. Kısacası tanrı demek bir bakıma…

Çok büyük bir baskı olsa gerek…

Ne demezsin! (gülüşmeler)

6 Nisan 2010 Salı

Çift Kişilik Endorfin



Doğrudan bilinçaltınıza sızan tınılarıyla istemsiz seğirmelere yol açan hipnotik grup Extrawelt, Şubat ayında Alexander Kowalski işbirliğiyle çıkarttığı son EP’si Reset / Leaf 43 ile yine karanlık tarafa geçmiş bulunuyor. Hayırlısı olsun.

Hamburg’lu duo Arne Schaffhausen ve Wayan Rabe müzikal hayatlarına oradan buradan topladıkları plakları yine ödünç aldıkları ekipmanlarla miksleyerek başladılar. Çıkarttıkları başarılı EP’lerle James Holden’nin esas adamı olan Extrawelt ilk etapta ‘Zu fuss’, ‘Soopertrack’, ‘Doch doch’ ile müzikal dehalarını kafamıza zorla soktular. Hiç bir zamansadece dansetmeye yönelik setler hazırlamayan müzisyenler, sizi kendi yarattıkları ‘Harikalar diyarında’ yüksek duygular ve ani çöküşlerle donattıkları devinim dolu tonlarıyla bekliyorlar. Tüm ipler kendi ellerinde delikten düşmemizi seyrederken, kendileri de tavşan kılığına girmiş onları takip etmemizi istiyor… Yarattıkları sert bass ritimleri gri tonlarıyla beynimizi işgal ederken zigot halindeki tınıları içimize işliyor. İnanılmaz bir uyum içerisinde müzik oluşturan ikiliden Arne setlerdeki rahatsız melodilerden ve basslardan, Wayan ise kontrolü elinde tutan mixlerden sorumlu. Bu durum ancak birisinin ötekinin içinde hayat bulması durumunda ve sadece aralarında ki hiyerarşinin kaybolması halinde meydana gelen bir birlikteliktir ancak…

Son EP’ niz Reset / Leaf 43’te minimal bir sounda daha da yakınlaştığınız hissediliyor..

Müziğimizi icra ederken ne yapmamız gerektiğini veya ne yapmak istediğimizi pek de fazla düşünmüyoruz. Sadece yapıyoruz. Ürettiklerimizi de belirli bir kategoriye sokmak niyetinde değiliz. Tech house, progressive ya da minimal house gibi isimlere dayanarak müzik üretmek istemiyoruz. Son EP’ de 90’ lardan esinlenmeler oldu. Geçmişi ve geleceği bugün için miksliyoruz. Belkide yaşlanıyoruzdur.

Setlerinizi oluştururma süreçleriniz nasıl gelişiyor?

Aslında ilham günlük yaşamımızdan bizlere akıyor. Sinemaya gittiğimizde, müzik dinlerken yada hayattan o aralar ne kaparsak bu müziğimizin hammaddesi olarak geri dönüşüme uğruyor. Daha sonra stüdyoya ve içimize kapanarak birşeyler çıkartıyoruz bu hammaddeden. Sahnede ise bildiğimiz tek şeyi yaparken aslında içimizde duygu patlamaları oluyor. Ama bunu kimse farketmez çünkü çok utangaçız bazen sahnenin arkasına saklandığımız bile oluyor.

Setlere başlamadan önce bir kurgu oluyor mu aklınızda yoksa her şey rastgele mi ilerliyor?

Pikapların başına geçmeden bazı şeyleri planlamak gerekiyor bu nedenle tamamen emprovize çalamıyoruz. Dinleyici kitlesi için setlerimizi pek değiştirdiğimiz söylenemez ancak eski ve yeni şarkıları birbirlerinin içinde eritmeyi seviyoruz. Böylelikle hem kafalar karışmış oluyor hemde kimsenin bilmediği setleri çalmıyoruz.

Lütfen söyleyin Zu fuss’daki uzaylı amcanın söylediği lirikler neler?

O sözler çok özel olduğundan kimsenin anlamasını istemedik. Ama Zu fuss bir aşk şarkısı. Çok çok hüzünlü bir aşk hikayesini anlatıyor. Bir erkek, bir kız ve bir canavar hakkında. Hikayenin sonunda biri ölüyor. Sadece bunları söyleyebiliriz.

Elektronik müzik sahnesine patlama yaratacak yeni bir tarz lazım gibi..

Umurumuzda değil. Gerçekten. Biz sadece kendi müziğimizi üretmek istiyoruz. Herkes kendi yolunu takip etmeli.

Ufukta ki yeni proje için belirli bir tarz oluştu mu kafanızda?

Planlamak asla işe yaramaz. Genelde kafamızdaki delilere kulak verip stüdyoya gireriz. Patlama yapacak progressive ağırlıklı bir parçanın tınıları vardır beynimizde ama sonunda elimizde loop ağırlıklı minimal bir şarkı buluveririz. Yani planlamak bizim işimiz değil.


Manipülatif Dekoder




Belirli kalıplar ve metronomlar üzerinden yürüyen müzisyenler eninde sonunda kendi sınırlarına tosluyor ve kendini tekrar etme lanetini üzerlerine salmış oluyorlar. Ama James Zabiela bu kategorinin dışında kalıyor. Hiç acımadan beyin kıvrımlarımızda roller coaster yapan DJ, ritimlerinden fışkıran düzensizliği hepimize bulaştırıyor… Genç Jedi Zabiela’yı, düşünme yetinizi kaybederek dinleyin. Zamandan arındırdığınız alanda durun ve bekleyin.


Yeni EP’in Darkness, ve The Master Series by Renaissance’dan bize biraz bahseder misin?


Ana parça ‘‘Darkness by Design’’ Joy Division, Depeche Mode ve biraz da Nirvana’dan etkiler taşıyor. Sevdiğim müziklerin bir karışımı yani. İkinci plak alışılageldik bir birliktelik olsa da birincisi bu hayatın fon müziğini betimliyor. Bu süreç sırasında kayıt cihazıyla dolaştım ve oradan buradan çeşitli sesler topladım ardından bunları iPod’umdaki müziklerle karıştırdım. Her yıl toplama albümler çıkaran DJ’ler tanıyorum fakat bunu yaparsanız insanların sizden sıkılması riski doğar ve bu durum benim kesinlikle istemediğim bir şey. Ayrıca iyi parçaları birkaç yıl elinizde tutarsanız eninde sonunda iyi bir toplama albüm çıkartırsınız.

Gelecek vaat eden DJ’ler sence hangileri?


’’Spektre’’ ve ’’Audiojack’’ ikiside iyi prodüktörler. Aynı zamanda ’’D-Nox’’ çok iyi bir DJ. Bence iyi bir yıl geçirecek olan ’’Tom Budden’’ nın bir çok kaydını ’’Carl Cox’’ şimdiden çalıyor ve sadece benden değil birçok insandan da destek görüyor. ’’KOS’’, ki parçalarını bende çoğu kez kullanırım, ’’Nic Fanciulli’’ nin açılışını yapmak için şu an turnede ve One + One turnemizi gerçekleştirdiğimizde yine önce o çıkmıştı. Ve bir ihtimal var ki onun ismini her zaman anıyorum ’’Dave Robertson’’. Ama şu an farklı bir isim ile çalışıyor, ’’Reset Robot’’ ve ’’Dubfire’’ onunla SCI+TECH etiketini kurmak için anlaştı. Halihazırda birçok insan için çalışıyor mesela, ’’Fergie’’ ve ’’Christian Smith’’ için yaptığı bir parçayı da yeni bitirdi…


Senin tarzın Breakbeat ve House karışımıydı. Şimdi ise Tech House DJ olmayı seçtin. Ne Değişti?


Hiçbir şey. Sadece bilindik house sound’uma bir tutam tat eklemek için evrim geçirdim. Açıkça görülüyor ki Tech House son yıllarda büyük ölçüde yükselişe gecen bir tarz.

Sen pikapların başındaki scratchingyeteneğine ek olarak, loop ve efektleri geniş ölçüde kullanabilen tarzınla tanınıyorsun. Bu durum, setlerinde, rutinlere düşmeyi engelleme yolun mu?


Kişisel olarak, hala iki plağın temposunu karıştırmayı seviyorum her ne kadar kabinde Ableton ve Tracker’a sahip olsam da geleneksel DJ’liği tercih ediyorum ki bence işin eğlenceli kısmı da bu. Biz aynı zamanda performans sanatçısıyız. Orada öylece durup sadece tuşlara basıyorsanız işin içine hiçbir şey katmıyormuş gibi görünürsünüz. Tüm işlerini senkronlayıp hiç emprovize çalmayan DJ’ler var. Aynı anda, parçalarını birlikte harmanlayıp yeni versiyonlar çıkaranlar da var. Bazen parçaları karıştırıp canlı performansta onlardan tekrardan yeni bir şeyler oluşturmayı seviyorum ki kabinde tüm o ekipmanı kullanmamın ana sebebi de bu. Beatmaching yaratıyorum ve bu bana hâlihazırda kullandığım müzikten daha çok heyecan veriyor. On beş yaşındaydım ve Nirvana dinliyordum. Birdenbire bu işin içine dalıvermemin nedeni arkadaşımın scratch’ını dinlememdi. Bu zamanlar benim herhangi bir House kaydını dinlememden bile daha eski bir döneme denk gelir. Bir turntable sahibi olmak istediğimi hatırlıyorum ve bunu yapabilmek için şansım vardı.

Teknolojiyi yakından takip ediyorsun,Tweeter fanısın diye duydum.


Evet, gerçekten seviyorum. Değişim ve gelişim beni hep mutlu etmiştir. iPhone piyasaya ilk çıktığı zaman sabah 6’da Apple’ın önünde kuyruğa girmiştim. Bu kadar yakından takip ediyorum yani.

80’lerin bilimkurgu filmleriyle dolu bir evde büyüdün. Bu durum müziğini etkiledi mi peki?


Dr. Who, Transformers çizgi filmleri, Starwars ve düşük bütçeli dönem filmlerinin üzerimde büyük bir etkisi vardır. İlk parçamın adının ’’Robophobia’’ olması da buna dayanıyor bir bakıma.

Gerçekten orijinal boyutlu Storm-Trooper ve iki tane büyük boy Dalek sahibi misin?


Evet! Hepsi de koleksiyon parçaları. Aslında ilk popüler çalışmam, Avustralya’dayken üç tane sınırlı sayıda üretilmiş, çok ağır Optimus Prime oyuncaklarını taşımaya kalkarken belimi incitmem sayesinde oluştu. Birkaç günlüğüne otel odasından çıkamadım ve Ableton kullanmayı öğrendim. Daha önce kullandığım müzik yazılımlarından farklıydı. Parça kendiliğinden oluştu ama ben ilk hitimi yaptığımın farkında bile değildim. Ortaya çıkan şarkıyı Pete Tong ve Nic Fancuilli’ye verince gerçekten de bir şeyler yakaladığımı anladım.

Birazda tasarım yeteneğinden bahsedelim. Piooner’ın EFX 1000 yazılımı nasıl gidiyor?


Bu konuda çok fazla bir şey söyleyemem. Etrafta ajanlar olabilir… Şaka bir tarafa, uzun zamandan beri Pioneer’la çalışıyorum ve henüz piyasa çıkmamış birçok ürünü bu sayede test edebildim. Geçen sene Japonya’da kendimi Pioneer’ın merkezinde yeni çıkmış stüdyo programlarını denerken buldum. Takım elbiseli onlarca insan durmuş beni dinliyordu. Bir an için üzerimde deney yaptıklarını sandım! Performans bitince hepsi kibarca tebrik etti ve çok etkilendiklerini söylediler. Daha sonra ise hayatımda aldığım en değerli hediyeyi verdiler, mavi bir EFX500!




SuperMayer Save the World!




SuperMayer ikilisi, kendi alanlarında çok başarılı işler çıkartan ve çeşitli janrları üzerlerine gayet iyi oturtan ender sanatçılardan. Elektronik müzikte, minimal kulvarda ikon olmuş setlere imza atan ve müzik mabedi Kompakt Records’un sahibi Michael Mayer ile Alman minimal techno’sunun en karanlık ve iyi seçkilerini sunan Superpitcher (Aksel Schaufler)’ın kırması olan SuperMayer’ı inceledik ve kendileriniübermensch olarak gördüklerini fark ettik.Kesinlikle haksız değiller çünkü onlar gereken kumaşı yeterince sağlıyorlar. Minimal dünyamızı kurtarmaya kendilerini adamış bu ikili bastırılan tüm duyguları maksimize ederken apışıp kalacaksınız.

Uzun yıllardan beri birlikte çalışıyorsunuz. Bir grup kurmakta nerden çıktı?

Bu proje aslında gelecekten geliyor. Aksel ve ben bir grup kurmayı senelerden beri düşünüyorduk. Ama pek erken olmaz diye de tahmin ediyorduk. Birden SuperMayer’e odaklandık ve karşımıza bu sonuç çıktı. Birbirimizi o kadar net anlıyoruz ki stüdyoda geçirdiğimiz zamanlar bize evimizde arkadaşlarla geçirdiğimiz vakitleri anımsatıyor. Biz bir grup değiliz. Biz süper kahramanlarız.

SuperMayer’le ilgili planlarınız neler?

Dünyayı kurtarmak!

Ama daha mütevazi olursak eğer, hep daha çok müzik ve daha çok remiks yapmak. Ayrıca herkes neden remiks istiyor anlamış değilim… Reddetmek zorunda kalıyoruz, ben bir babayım! Bu arada özel geceler düzenleyip, performans göstermeyi daha da fazlalaştırdık. Görsel takımımızla harika sahne şovları hazırlıyoruz.

SuperMayer’in tarzını nasıl tanımlıyorsunuz? Kompakt’tan çıkan tüm albümlerin çocuğu gibi mi?

Evet aynen öyle. Bu albümü başka bir plak şirketinden yayınlasaydım Aksel herhalde beni öldürürdü.

Bizim müziğimiz bir tutam pop, biraz minimal techno, bolca da ironi içeriyor. Tatmin eden bass ritimleriyle iyi vakit geçirmek istiyorsanız SuperMayer sizi de kurtarabilir.

Lütfen çizgi roman havasında albüm kapağı yapmanızı ve kendinizi kahraman olarak görmenizi de açıklayın…

Kitlemiz bizi kahraman olarak görüyor, biz de öyle… Çizgi romanları tercih ediyoruz çünkü bunca sene boyunca, müzik piyasasının içerisinde sadece DJ olarak değil, plak şirketi sahibi, distribütör, girişimci, tasarımcı vs. olarak çalıştıktan sonra artık hayatla dalga geçmeye başlıyorsunuz. Hiçbir şekilde ciddiye alınmaması gereken şeyleri kafaya takmak bir noktadan sonra saçma geliyor.

Müziğinizde tetikleyiciniz nedir?

Geçmiş, şimdi, ve tabiî ki gelecek. Arkadaşlar, çocuklarımız, ailemiz ve kendimiz.
Teknoloji, internet ve müziğin ta kendisi… Bu saydıklarımın hepsi üzerimize müzik olarak geri akıyor.