18 Şubat 2010 Perşembe

Nietzsche loves you.





Prematüre doğmuş nihilist bir peygamber… Belki de Nietzsche’ yi en iyi anlatan arka arkaya dizilmiş birkaç sözcük bunlardır ve ancak bunlar bu kadar kolektif bir bilinç yaratabilir bizlerde. Kendine ‘tehlikeli belki’ nin filozofu’ diyen Nietzsche’ nin yazıları arasında masalsı bir parça vardır, DELİ.

O deliyi duymadınız mı: Tanla kalkan, fener yakıp pazar yerine koşan, durmadan bağıran: ‘Tanrıyı arıyorum! Tanrıyı arıyorum!’ diye.

Deli insanların arasına dalar, onları bakışlarıyla deler ve bağırır: ‘Nerede mi Tanrı? Söyleyeyim: ÖLDÜRDÜK ONU, sen, ben. Hepimiz onun katilleriyiz. Peki bunu nasıl yaptık?

Nasıl yutabildik denizi? Biz nereye gidiyoruz şimdi? Dalmıyor muyuz boyuna bütün yönlere? Aşağı diye yukarı diye bir şey kaldı mı? Sonsuz bir yokluk içinde değil miyiz? Hava daha da soğumuş öyle değil mi? Tanrıyı gömen mezarcıların gürültüsünü hiç mi duymuyoruz? Tanrının çürümesinden yayılan kokuyu burnumuz almıyor mu hiç? Tanrılar dahi çürürler. Tanrı öldü. Tanrı ölü duruyor. Hem onu biz öldürdük. Kim silecek bu kanı üzerimizden? Su var mı arıtacak bizi?

Nietzsche’ ye göre durum budur; Tanrı insanın içinde ölmüştür. İnsan kendi eliyle öldürmüştür onu. Tanrının ölümüyle açılan boşluğa yuvarlanmakta; en büyük tehlikeyle yok, olmakla karşı karşıya kalmaktadır; fakat bu en büyük tehlike onun en büyük dayanağıdır, insan ne yapıp edip bu boşluğu kendi varlığıyla, kendini alt ederek doldurmalıdır. Ancak böyle değer kazanacaktır Tanrıyı öldürmesi.

İnsan eksik, tamamlanmamış bir varlıktır, açıktır her şeye; Gerisin geri de gidebilir, sağa sola da sapabilir, yukarılara da yükselebilir. Öyleyse insan yönünü, amacını belirlemeli ona göre tamamlanmalıdır. Hayat, hep kendini alt edendir. Hayata ayak uydurmaktan, hayata yöndeş olmaktan başka sağlam yol yoktur. İnsan eksiktir ama bu eksikliği kendisi giderecektir; kurtuluş kendisinden gelecektir ona. Kendisinden yoksun insan; kargaşadan, yıldız doğuramamış bir karanlıktan başka bir şey değildir. Zaman gelmiştir. İnsan bir an önce diyalektiğini, kendine anlam veren bir düzene çevirmezse, yıldız doğurmazsa karanlığa, bütün başarısızlar gibi yok olmaya mahkumdur.

Üst İnsan Fenomeni


Nietzsche'nin üstinsanı ile Amerikan karikatür dünyasında, peleriniyle gökyüzünde uçan Süpermen arasında kesinlikle hiçbir ilişki yoktur. Eğer üstinsan Nietzsche, isim babası olduğu bu mizahın en azından birazına sahip olsaydı, bu kendisi için iyi olabilirdi. Clark Kent hiç değilse, dünyadaki kötüleri ve iyileri etkisine sokmaya çalıştığı saf bir ahlakın adına çalışıyor. Nietzsche'nin üstinsanı bu tür zahmetlerde bulunmuyor bile. Onun üstinsanı için tek bir ahlaki prensip vardır: güç istemi. Ancak, Nietzsche'nin Süpermen’i,
içinde en az o karikatür dünyasındaki kadar çok basit tiplerin bulunduğu bir dünyanın içinden doğuyor.


Üstinsan prototipi Nietzsche’nin dayanılmaz derecede sıkıcı, ama tehlikeli ve psikosomatik semptomları olan Zerdüşt’tür. İtiraf edilmeli ki, Zerdüşt ile ilgili hikâye mecazidir ve davranış kalıplarına işaret eder. Ama İsa peygamber de benzetmeler yaparak konuşurdu ve onun dağda verdiği vaazlarda da çocuksu bir yalınlık vardır. Onların derin anlamlarını idrak etmemiz ise, onlar üzerinde düşünmemize bağlıdır.

Ne var ki Zerdüşt benzetmesi çocuksu bir basitliktedir, üstüne defalarca kafa patlatsanız da. Her şeye rağmen yine de önemli bir mesaj içerir. Nietzsche’nin vaazını yaptığı şey, Hıristiyanlık değerlerinin çöküşünden başka bir şey değildir: Ona göre her insan, tanrısız dünyasında, bulunduğu her eylemin tüm sorumluluğunu üstlenmelidir. Prangalara vurulmamış bir özgürlükte kendi değerlerini bulmalıdır.

İster tanrısal, ister başka doğa güçleri tarafından olsun, bulunduğu eylemler için hiçbir ceza söz konusu değildir. Nietzsche bunda, 20. Yüzyıl insanının varoluşçu durumunu görüyordu. Ne yazık ki, bu tür koşullar altında nasıl davranılması gerektiği konusunda da görüşler belirmiştir. Nietzsche’ye göre, Zerdüşt’ün izlediği yol şeklinde gösterilen kuralları kendisine yön belleyecek insanlar üstinsan olacaklardı.

Böyle Buyurdu Zerdüşt’te Nietzsche kitaptaki kahramanı aracılığıyla şöyle der: "Maymun, insan için nedir ? Bir kahkaha veya acı veren bir utanç. Ve işte üstinsan için insan da böyledir: bir kahkaha veya acı veren bir utanç. Başka bir yerinde şöyle buyurur: "İnsanlığın hedefi onun sonu değil, olsa olsa insanlığın en iyi örnekleri olabilir.

Nietzsche bu bağlamda akılsızca davranarak üstinsanını 'soyluluk' ve 'kan' gibi gevşek düşüncelerle birleştirir. Ama o, bunu ırkçı bir şekilde anlamamaktadır. 'Güç İstemi'nde şöyle yazar. "Sadece doğuştan ve soydan asillik vardır. Başka bir yerinde de şöyle der: "Platon, Pascal, Spinoza ve Goethe ‘den bahsettiğimde, onların kanının benimkinde gezdiğini biliyorum." Nietzsche’nin gözünde bir Yunanlı, bir Fransız, bir Portekiz Musevîsi ve bir Alman, üstinsan ile aynı derecede kan bağına sahip.

Buna rağmen ırkçı lobi Nietzsche’nin üstinsanını aldı ve kendisinde yorumladı. Önce antisemitistler, sonra da faşistler işlerine gelen bölümlere atıfta bulundu. Düşüncelerinin gevşek bağı, ki Nietzsche’nin felsefi eylemi için bu tipik bir özellik, onun felaketi oldu.

Nietzsche’nin felsefesi gözden düştü, çünkü yirminci yüzyılın ilk yarısında grotesk bir şekilde kötüye kullanıldı. Bugün üstinsan hakkında, Nietzsche’nin onu anladığı şekilde konuşmak neredeyse imkânsız hale geldi.

Yazılarının poetik-pragmatik özelliği kasıtlı çarpıtmalar için ne yazık ki fazlaca bir hareket

alanı tanımaktadır. Çok şükür ki Nietzsche bize üstinsanı gülünesi bir konuma çekebilmenin fırsatını da tanıdı -ki bu da günümüze en uygun düşen tepkidir belki de "İnsan, hayvan ile ‘Üstinsan’ arasında gerili duran bir iptir, uçurumun üzerinde duran bir iptir... İnsanın büyüklüğü onun bir amaç değil de bir köprü olmasıdır. İnsanda sevebileceğimiz şey ise, onun bir geçiş ya da düşüş olmasıdır.


Yaşamla özdeşleşmek, kendini onun akıntılarına bırakmak, yaşamın, sonu ve amacı olmayan bir hareketin iki evresini de kat etmesini kabullenmek demektir -biri diğerini koşullandıran, yaratıcı evre ve yıkıcı evre

Bu varoluşçu zaman, alışkanlık ve geleneklerin altında silineceği ön planda bulunur. Sosyal zamanda yaşayan insanların yaşamları pek önemli değildir. Ancak varoluşçu zaman insan yaşamına, kişinin yaşayacağı maceraya bir anlam ve önem kazandırır. Ayrıca varoluşçu zaman daha da uzaklara yönelip tarihsel zamana erişir ve ona kendisine özgün niteliklerini kazandırır.

Böylece, genleşen ve gevşeyen zaman, olumsuz bir sonsuzluk amacıyla onu derleyen bir önsezi içinde değişime uğrar. Bunun sonucunda saplantı haline gelen duyumlar doğar. İnsanın ayakları altında çok geçmeden içine düşeceği bir uçurum ortaya çıkar. Gittikçe aratan bir yazgıya sahip olma duygusunun yanına bir de pek yakında gerçekleşecek olan bir felaketin kesinliği eklenir. Final çok yakında ve tıpkı dilimizin ucuna kadar gelen bir sözcük gibi kendisini ortaya çıkarmaya hazırdır.

Her şey tüketilmiş duygusu uyandırmaktadır. Beklenen gong sesi bir uyarı ve kurtuluş olarak algılanacaktır. Bundan sonra biz artık bir oyuncuyuz ve bu oyuncu rol aldığı bir sahneye fırlatılmıştır, taşıdığı maske ona zorla takılmıştır. Şimdiki tarih olayları ise, bıkıp usanmadan geçmişte kalan ve evrenin değişiminde tutsak kalan bir tarihin olaylarını yineleyip durur. ‘Sonsuz Dönüş’ işte bu kesinliğin ifadesidir.

Güçler dünyası hiçbir azalmaya uğramaz. Çünkü zamanın sonsuzluğu içinde güçsüzleşir ve yok olup gider. Güçler dünyası hiçbir duraksamaya izin vermez. Çünkü bu durumda duraksama aynı zamanın saatini hareketsiz kılar. O zaman güçler dünyası hiçbir zaman denge noktasına ulaşamaz. Güçler dünyasının dinlenmeye zamanı yoktur. Gücü ve hareketi her an aynı büyüklüktedir. Dünyanın ulaştığı durum ne olursa olsun, güç dünyasının bu duruma ulaşmış olması gerekir. Bu bir kez değil sayısız kez yinelenmelidir. Böylece, şu an yaşadığımız an birçok kez ulaşılmış olan bir andır.

Çam fıstık ağacı ve şimşek.
Ben insanların ve hayvanların boylarını aştım.
Ve konuşuyorum, kimse konuşmuyor benimle şaştım.
Ben çok yalnız büyüdüm ve çok yükseğe çıktım.
Bekliyorum, neyi bekliyorum ki, neye acıktım?
Bulutların tahtı bana çok yakın diyorum.
İlk çakacak şimşeği bekliyorum.

 

Foucault loves you.





Toplumda varolan türlü güç ilişkilerini ve hiyerarşik yapıları, söylem analizi yaparak, çeşitli kurumlara (hastane, devlet, okul, geneleve vs) odaklanarak ve toplumsal normlar ve iktidar odakları tarafından "anormal" olarak nitelendiren marjinal grupları, düşünceleri inceleyerek açığa çıkarmaya çalışan Foucault, kendi yaşamında da normların ötesinde bir çizgiye sahip olmuştur. Cinsellik üzerine yaptığı araştırmalar nedeniyle Paris "bordello"larında sıkça bulunmuş olan Foucault, bir süre San Francisco'nun elit gay komünitesine girmiş ve 1984'te henüz ne olduğu bilinmeyen Aids hastalığından ölmüş biseksüel (homoseksüel olduğu düşüncesi ağır basmaktadır), farklı bir adam ve düşünürdür. Deliliğin Tarihi, Kelimeler Ve Şeyler, Hapishanenin Doğuşu, Kliniğin Doğusu, Bilginin Arkeolojisi ve Cinselliğin Tarihi kendisinin en önemli eserleri arasındadır. Michel Foucault’a göre söylem tüm dünyayı ve insanları şekillendiren ve karşı sözler söylendiğinde dahi dışına çıkılamayan, ancak sınırları belirlenebilecek ve sarsılabilecek olan düşünceler, inanışlar, yargılar, değerler, semboller, kelimeler, harfler, kurumlar, normlar, gelenekler ve dilden oluşan ve içerisinde bir çok hiyerarşik yapıyı, güç ilişkini bulunduran dev bir organizmadır. Foucault'ya göre söylem öylesine güçlü ve karmaşık bir yapıdır ki, söylemin karşısında olduğunu iddia eden düşünceler dahi söyleme göre şekillenir ve söylem içerisinde kendi yerlerini, değerlerini bulurlar. Foucault'nun düşüncesinde söylemin açıklarını yakalamak için genealogy'e (soybilim) başvurulmalı ve her şeyin yapısökümü yapılarak merkezinde yatan güç ilişkisine ulaşılmalıdır. Bunun en kolay yolu da marjinal, öteki, farklı olarak nitelendirilmiş grup ve düşünceleri mercek altına yatırmaktır. Çünkü sistem bu noktalarda "error" vermekte ve açıklarını ortaya koymaktadır. Foucault'nun Two Lectures isimli makalesi Friedrich Nietzsche'den alarak geliştirdiği genealogy kavramını anlamak açısından bize faydalı olabilir. Bu makalede Foucault, dışlanmış, sistematik olmayan, dağınık, küçük, aykırı, farklı, öznel, devamlılığı olmayan bilgi peşinde koştuğunu söylemiş ve diğer bilgi türlerinin söylemin çizgilerine göre şekillendiğini ya da kendi söylemlerini, güç ilişkilerini oluşturduğunu iddia etmiştir. "Inhibiting effect of totalitarian discourse" adını verdiği şey, bilimsel ya da ilahi olduğu iddiasıyla kendi söylemlerini yaratan tüm ideolojiler, düşünce sistemleri, inanışlar ve normlardır. Bundan kaçabilmek için "neden" sorusundan çok "nasıl" sorusuna cevap aranmalı, gücü uygulayan merkezden çok güce maruz kalan özneye odaklanılmalı, çevresel, mikro bilgiden merkeze doğru ilerlenmeli ve söylemin gücü her alanda aranmalı, onun çeşitli tuzaklarına kanılmamalıdır. Bir diğer önemli nokta ise, söylemden kaçarken yeni bir söylem oluşturmamaya gayret etmektir. Bu nedenle Foucault, "Ben, kitaplarımın molotof kokteyli ya da mayın tarlası olmasını isterim, tıpkı donanma fişekleri gibi kullanıldıktan sonra kendilerini yok etmesini isterim" demiştir. Ancak geldiği noktada, Foucault'nun modernizmi ve her türlü ideolojiyi reddeden yeni nihilist bir söyleme ulaştığını iddia etmek mümkündür. Foucault'nun entelektüelin rolü konusundaki düşüncelerini ise sanıyorum en somut şekilde ortaya koyduğu eser "Las Meninas" makalesidir. Diego Velazquez'in ünlü tablosundan esinlenerek yazdığı bu makalede Foucault, kendini resmin en arka tarafında kapının eşiğinde duran ve merkeze uzak olmasına karşın dışarıda kalmayan ve tüm olayları gözlemleyebilen bir konumda bulunan bu karanlık adamla özdeşleştirmiştir. Yani Foucault'ya göre entelektüel söylemin esiri olmadan ancak etkilerini gözlemleyemeyecek kadar da uzaklaşmadan, toplumu izlemeli ve çeşitli güç ilişkilerini açığa çıkarmalıdır. Söylem her yerdedir ve herkesi esiri yapmıştır.

Türk bayrağı onu görenler için belirli bir şeyi sembolize eden ve uğrunda can verilebilecek, adam öldürülebilecek kutsal bir şeydir. Ancak uzaydan gelmiş ya da modern toplum düzenini bilmeyen biri için, Türk bayrağı sadece kırmızı zemin üzerinde beyaz bir ay ve yıldız bulunan bir bez parçasıdır. İşte bu örnekte olduğu gibi her obje, her düşünce, her yapı aslında söyleme göre şekillenmiş ve çeşitli güç ilişkilerinin yayılmasına, doğalmış gibi gözükmesine yol açan asla mağlup edilemeyecek olan düşmandır. Entelektüel bilginin arkeoloğu olmalı, bilimsel olarak doğru kabul edilen şeyleri dahi kazmalı, derinliğe ulaşmalı ve sorgulamalıdır. Entelektüel bunu yaparsa her düşüncenin, sembolün merkezinde bir güç ilişkisi bulacaktır.

Foucault'cu anlayışta ön plana çıkan bir diğer kavram olan "güç", bir köle ve sahip arasındaki ilişki değildir.Foucault'nun "Panopticism" makalesi onun güç anlayışı konusunda bize bir fikir verebilir. Foucault'ya göre üç değişik tip güç vardır. Birinci güç tipi klasik disipline etme yöntemi olan cezalandırmaya dayalı sistemdir. Buna göre hata yapanın cezalandırılması ve bu yolla disipline edilmesi, kontrol altına alınması güç uygulamasının eski ve yaygın bir türüdür. Ancak modern toplumların karmaşık yapısında artık bu birinci açık güç kullanımı yerini ‘panoptik’ güç kullanımına bırakmıştır. Panopticon, Jeremy Bentham'ın geliştirdiği bir hapishane mimarisi tipi ve genel anlamıyla modern toplum düzeni modelidir. Bentham'a göre içerisi görünmeyen bir kule etrafında yan yana dizilmiş hücrelerde bulunan mahkumlar, bu kule vasıtasıyla gözetlendiklerini daima bilecekler ve bu gözetlenme korkusunu, güdüsünü içselleştirerek toplumsal hayatta da istenmeyen hareketlerden uzak duracaklardır. Bu sayede işçiler çok düşük bir ücret karşılığı günde 16 saat çalışmayı kabul edecekler ve yerleşik düzen sindirilmiş ve kontrol altında tutulan bireyler sayesinde ayakta duracaktır. Bentham'ın tasarladığı Panoptik düzende, çeşitli ışık oyunlarıyla kulenin içerisi görünmez yapılırken, modern toplumda kameralar vasıtasıyla bu zorluk ortadan kaldırılmıştır. Bir faydacı (utilitarian) olan Bentham'a göre, bu sayede kulenin içerisi boş bırakılsa dahi mahkumlar gözetlendikleri hissine kapılacak ve hareketlerine dikkat etmek zorunda kalacaklardır. Bu içselleştirilmiş korku hapishane çıkışı da etkilerini gösterecek ve toplumsal normlara, devlet kurallarına uygun hareket eden bireyler yaratılacaktır. Modern toplum da çeşitli mekanizmalarıyla (kamera sistemi, mahkemeler, polis gücü vs) bireyi sarmalamış ve her hareketini kontrol altında tutmaktadır.Foucault'cu bir bakış açısıyla doğru-yanlış ayrımı yapan ve öbür dünyaya dair uygulamaları nedeniyle bireyi kontrol altına almaya çalışan dini sistemler de,panoptik güç uygulamaktadır.

Foucault kesinlikle bilimsel bilgiyi, objektif doğruyu reddeder. Bu yönüyle post-modernizmin babası sayabiliriz kendisini. Aydınlanma'yı bireyin dinden kurtuluşu ve otorite sınırlari dahilinde özgürce düşünebilmesi olarak açıklar. Foucault'nun objektif doğruyu reddetmesi ve söylemin yıkılamayacağını düşünmesi onu ilerleme düşmanı bir nihilist konumuna indirgemektedir. Ancak unutulmamalıdır ki bu adam işçiler, homoseksüeller, deliler, kadınlar, mahkumlar, hayat kadınları için polisle çatışan bir siyasal aktivisttir. Bu nedenle Foucault'yu kendi başına bir söylem olarak almak yerine, onun ikili karşıtlıklar metodunu kullanarak ezilen ve dışlanan grupların haklarını savunmak ilerici bir hareket olacaktır. Gayler, Afro-Amerikalılar ve çeşitli toplumlarda çeşitli şekilde hiyerarşik yapının aşağı kademelerinde bulunan gruplar Focault'nun metoduyla belki de daha iyi savunulur hale gelmiştir. Marksistler de, azılı bir anti-komünist olmasına karşın Foucault 'nun düşüncelerinden hareketle ve söylemle sınıfsal kökenler arasında ilişkiler kurarak teorilerini geliştirmiş ve 21. yüzyıla taşıyabilmişlerdir. Foucault asla tam olarak çözülemeyecek devasa bir puzzle'dır. Ancak farklı noktalarda birleştirebildiğimiz çeşitli parçaları ortaya koymak ve bunları iyi niyetle ezilen, dışlanan, ön yargılara kurban giden sosyal gruplara, bireylere uyarlamak 21. yüzyıl entelektüelinin belki de en büyük sorumluluğu olmalıdır..

Baudrillard loves you.





Öncelikle Fransız dilinin ayrılmaz parçası olan paradoksların büyük ustası Baudrillard, Körfez Savaşı'ndan sonra 'tarihe geçen' bir söz etmiş ve o savaşın olmadığını, yaşanmadığını belirtmişti. İnsanlığın ilk kez o savaşla birlikte bilinç tarihinde başka bir düzeye geçtiğini belirtiyordu Fransız toplumbilimci. "Çünkü", diyordu, "Hepimiz televizyonların karşısında sanal bir savaş izledik. Savaş bize, televizyonlar üstünden, bütün anlamından soyutlanmış olarak taşınıyordu. Acısı, tozu, dumanı yoktu. İzlenen, eğlencelik bir şeydi Körfez Savaşı." Görüntünün içinde olup bitiyordu ve bu savaşı 'yaşanan' bir şey sayamazdık. Televizyonu açtığımızda oradaydı, kapattığımızda da yok oluyordu..
Hepsinden önemlisi, Baudrillard'a göre savaş, izlediğimiz kadarıyla bile 'gerçek' değildi. Görüntü denilen şey, 'canlı' olduğundan bile müdahale (manipüle) edilebilir bir şeydi. Gerçek bir görüntü zaten olmazdı. O nedenle gerçek artık kendiliğinden, doğal
haliyle hayatımızdan çıkmıştı.

Her şeyin başı taklit

Baudrillard'ın bu tartışması aslında yeni bir şey değildi. Görüşlerine aşina olanların hemen anlayacağı üzere yapısalcılık sonrası düşüncenin bu önemli ismi daha önce öne sürdüğü bir görüşünü o günkü olay çerçevesinde somutlaştırıp, bir anlamda kanıtlıyordu.
Gerçeğin öldüğü daha önce birçok düşünür tarafından zaten ilan edilmişti. O buna yeni bir boyut eklemekteydi. Baudrillard'a göre ölen 'taklit' (mimesis) dediğimiz şeydi. Mimesis, özünde, insanların doğayı taklit etmesiydi. Bu, hem bilimin hem de sanatın özüydü. Batı kültürünü ve metafiziğini bu kaygı oluşturmuştu. Her dönemde insan öncelikle doğaya bakmış, orada gördüğünü yansılama gayretinde olmuştu. 20. yüzyıl başındaki kübizm buna bir tepki göstermişti ama o bile gerçekle bağını bütünsel bir biçimde koparmamıştı. 20. yüzyıl sonundaysa insanlar nesneleri de, sanatsal gerçekleri de doğaya değil bizzat kendileri tarafından önce üretilmiş nesnelere bakarak üretiyordu. Baudrillard, bunu 'simulakrum' diye açıklıyordu. O da Yunanca taklit demekti ama bu anlamda.
Şimdi, 2. Körfez Savaşı'nı yaşadık. 'Oldu da bitti!' diyeceğimiz kadar hızlı cereyan etti. Aradan geçen zamanda teknoloji de habercilik anlayışı da büyük ilerlemeler kaydetmişti. Artık 'yerleşik habercilik' düzeyine erişmiştik. 'Canlı' dediğimiz yayındaki insan 'unsuru'nu bile artık ortadan kaldırmak istiyorduk. Olabildiği kadar el değmemiş, kusursuz haberi yakalamaya çalışıyordu insanlık. Sorun 'gerçek'teydi. Haber denilen şey gerçek olmalıydı. Gerçek ise 'sahih', yani doğru olmak gerekirdi. Böylesi bir gerçeği yakalamanın yolu da insan elini işin içine sokmamaktı.
Bu kadarı başarıldı. Tanklara ve diğer hareketli araçlara yerleştirilmiş kameralar o anki durumu değil de durumun bir parçasını televizyon izleyicilerine aktarabildi. Ne var ki, o görüntüler bize Baudrillard'ın paradoksunu bir kez daha hatırlatmaktan daha öteye gitmedi. Ortada bir görüntü vardı, onun mekanize bir kamerayla oluşturulduğunu biliyorduk, durum gerçekten de belli bir zaman ve coğrafyada yaşanan şeydi fakat, savaş denilince hatırladıklarımızla ilgisi yoktu gözümüzün önündeki şeylerin. Sanallık bu defa da etkin ve galipti. Görüntünün kendisinin 'yalan' olması bir yana, görüntünün daha ileri aşamalarından manipule edilmesi hâlâ başvurulan bir yöntemdi. Belki bir bölümü etik nedenlerle geriye itilmişti. Mesela, o anda vurulan ya da ölmekte olan bir adamın görüntüsü, bombayı 'yiyen' bir yapının o andaki durumu gelmiyordu ekrana. Ama önce ama sonra tasarım görüntünün nesnelliğini engelliyordu. Kısacası yine 'nesnel' bir görüntüye ulaşamamıştık.

Haberlerin içyüzü

Haberin iç yüzü, gerçeği daha sonra ortaya çıktı. Saddam'ın heykelinin yıkılışı kuşkusuz savaştan arta kalacak bir görüntü. Ama gerçekten kalacak mı?
Çok benzeri görüntülerle insanlık 1989'un son 1990'ın ilk günlerinde de karşılaştı. Eski Doğu Bloğu ülkelerinde rejim devrilince bir çok ülke diktatörünün heykeli de aynı şekilde yerle bir edildi. O görüntülerin unutulmayacak biçimdeki ünlem işaretini 'Ulis'in Bakışı' isimli filmde Theodopulos koyuyordu. Lenin'in heykeli tıpkı ölü bir insan gibi sırtı üstü bir mavnanın küpeştesinde yatmaktadır. Araç nehir boyunca ağı ağır akar. Kıyıda duran ihtiyar Rus köylüsü heykelle göz göze gelir. Başındaki şapkasını çıkarır. Usulca diz çöker. Ellerini göğsünün üstünde birleştirir. Haç çıkarır. İsa'yı selamlarcasına heykeli selamlar. Ama ben bugünkü görüntülerin diğerleri kadar akılda kalacağını sanmıyorum. Bunun nedeni sadece iki görüntü, iki durum arasındaki diğer farklar değil. Öncekiler ne kadar ağır başlıysa bunlar da o kadar yılışıkçaydı. Sonradan ortaya çıkan 'gerçek'ler…
Amerikan televizyonları aynı imgeleri üst üste, birbiri ardınca sayısız defa yayınladı. Fakat, ertesi gün kanallardan birisinde 'gerçek' ortaya çıktı.

Heykelin yıkıldığı bina en çok televizyoncu barındıran binaydı. İkincisi, heykel yerde sürüklenirken işin içindeki 15 kişiden sekizi foto muhabiriydi.
Yani, o görüntünün, bir habercilik görüntüsü gibi kendiliğinden mi oluştuğu yoksa tıpkı bir sanat yapıtı gibi bilinçle, önceden tasarlanarak mı oluşturulduğu şimdi bir tartışma konusu.
Kısacası, görüntünün yalancılığı ve yalansılığı artık kafalarımıza iyice dank ediyor. Görüntü bir yana artık haber denilen ve gerçeğe en yakın durduğu varsayılan görüntünün düzmece bir şey olduğu iyice anlaşıldı. İnsanlık, bunu binlerce yıllık tarihinde öğrenemedi ama işte birkaç günlük savaş bunu ona iyice belletti. Savaş çıkmasın dedi birçok kişi; bunca insan ölecek, felaket yaşanacak diye. Şimdi bir de, keşke savaş çıkmasaydı kandığımız yalanlarla ne iyi yaşayıp gidiyorduk dense, yeridir.

Lacan loves you.





Psikanalizin babası Sigmund Freud, rüyaları bir klinik metod olarak uygulayan ilk düşünürdü. Bir post-freudyen olan Jacques Lacan ise psikanalizi dil üzerinden çözümlemelere kattı. Lacan, 1951’den itibaren yine Freud’un yol göstericiliğinde, dil kullanımı ve dil sürçmeleri üzerinde çalışarak, “Freud’a Dönüş” seminerleri başlattı. Freud’un daha 1895’te sözünü ettiği “konuşmaya katılan belirtiler” den hareketle belirtilerin ve eylemlerin, nasıl sözcüğün tam anlamıyla bedenin içinde tuzağa düşmüş kelimeler olabileceğinden yola çıkan Freud’un ayak izlerinden giden Lacan, psikanalizi dile uygulayan ilk bilim adamı oldu. Lacan film çözümlemelerinde de psikanalizi kullandı. Hitchcock filmlerinde sıklıkla psikanalitik çözümlemelere giden Lacan, İspanyol yönetmen L. Bunuel’in El Bruto-1952 filmini meslektaşları ile izleyerek psikanalitik yöntemle karşılıklı fikir alışverişi içinde incelemeye alır. Lacan’ın geliştirdiği metodu Zizek klinik çalışmaların dışına alarak, popüler kültüre ve sinemaya uyguladı.

Herhangi bir dolayımdan geçmemiş, tasarımsız, Lacan’ın dediği gibi, kişinin kendisinin bile göremediği, çoğu zaman da kontrolsuz olduğu için daha değerli ve gerçeğe ilişkin veriler taşıyan, ruhun yansıması olan bakış, Coelho’nun “Simyacı”sında, çöl bedevilerinin komutanının, yardımcısının başını vurdurtmasına neden olur. Komutan, yardımcısının başını vurdurtmasına gerekçe olarak, savaş esnasında gözlerinden bir anlığına geçen korkuyu gördüğünü söyler ve “bu bakışı asker gördüğü zaman zaten komutanlığın bitmiştir” der. Bu da ruhun bakışlardaki yansımasının nasıl filtrelenemediğinin, bir başka göstergesidir.

Bakış kavramı bir sorunsal olarak Foucault ve Lacan’da ayrı ayrı incelenir. Michel Foucault bakışı panoptik * kavramıyla ele alır. Panoptik görülmeden gören, hükmedici iktidarın bakışıdır. Dindeki görülmeden gören tanrının bakışı ile aynı anlamdadır. Panoptik bakıştaki iktidar, baktığını nesneye dönüştürür. Bakışın sahibi öznedir. Çünkü iktidar, güç ondadır. Erkeğin bakışı da panoptiktir ve baktığını nesneye çevirir. Feminizm düşüncesinin odağında da buna karşı çıkış vardır.

Oysa Lacancı bakış kavramında durum tam tersidir. Bakış nesnedir. Bakılan bakışı üzerine alan, üstlenen öznedir, bakan ise nesnedir. Lacan için bakış konumunu sahiplenen kadındır.

Lacan’a yabancı olan bir şey varsa, o da erkeğin konumunun kadını nesneleştiren bakış olduğu anlayışıdır. Lacan’a göre, göz sadece bir duyu organı değil, aynı zamanda bir haz organıdır. İzleme dürtüsüne tabi olmalarından, imgesel fanteziyle simgesel olanın talepleri, Öteki’nin arzusu arasındaki çatışmaya katılmalarından dolayı bütün nesneler için bir “göz ve bakış diyalektiği” (göz simgesel bir düzene kısılıp kalmıştır, bakışsa narsist bir fantezinin peşinden koşar) söz konusudur. Lacan’a göre yanlış tanıma (yamuk bakmak) öznenin kurulması sürecinden ayrılamaz, çünkü özne asla kendisini bakan noktasına yerleştiremez. Görsel alan bir ayna olmaktan çıkıp bir ekrana dönüşür. Bu yüzden kastrasyonun belirlemesi, nesne ile özne, “neye baktığım ile ne olduğum” arasındaki ayrımı bozduğundan, izleyicinin imgesel tanımlamalarına yoğunlaşmak kuramsal olarak yetersizdir. Bu nedenle, ekran ya da perde, öznenin bakışıyla karşılaşan ve buna karşı çıkan yabancı bir geçirimsiz unsur haline gelir.

Zizek’te “yamuk bakmak” (anamorfoz) aynı zamanda Lacan’ın bastırılmış olanın geri dönüşü olarak kullandığı Semptom kavramını da açıklar.

Zizek loves you.





Doğu Bloğu'nun yıkılışından sonra ayakta kalan ender aydınlardan biridir Slavoj Zizek. Popüler kültür incelemelerinden, Gilles Deleuze yorumlarına, kültür çalışmalarına yönelik eleştirilerinden özellikle David Lynch'e ait film çözümlemelerine kadar geniş bir yelpazede kalem oynatır. Zizek, Kant, Foucault gibi felsefecileri psikanaliz terminolojisiyle eleştiriye tabi tutarak aslında bizlere Lacan'ın pek de bilinmeyen felsefeci yönünü hatırlatır Zizek, felsefi tartışmalardan yola çıkarak, özellikle çağdaş politik argümanların çıkış noktalarını eleştirerek güncel politik tartışmalara da değiniyor. Zizek, modernizmin kurucu düşünürleri Kant ve Hegel'den başlayan özne tartışmasını Althusser, Heidegger, Laclau, vb. çağdaş filozoflara kadar uzanan bir tartışmaya genişletiyor. Kendilerine özgü kavram ve yorumlar yaratmış bu filozofların düşünce yapısıyla henüz karşılaşmamışlar açısından Zizek'in Kartezyen özneyi savunmaya yönelik tutumunu anlamak oldukça güç. Zaten düşünürün ortaya attığı sorular Zizek'i savunup savunmamak gibi kısır bir kamplaşmadan çok daha derin sorgulamaları gerektiriyor. Zizek, Alman felsefesinin temsilcileri (Heidegger, Kant ve Hegel) ile psikanaliz arasında bağlar kurmaya çalışıyor. Bölümün ilerleyen sayfalarında ise Kartezyen özneye getirilen eleştiriler tartışmaya açılıyor. Alain Badiou'nun 'hakikat olayı' olarak adlandırdığı mevcut politik sistemin yadsınma biçimleri değerlendiriliyor ve 'hakikat olayı' kavramıyla bir olumsuzlama ve politik tavır olarak Lacancı özne arasındaki paralellikler ortaya konuyor. Zizek, Derrida ve Badiou'yu karşı karşıya getirerek, Badiou'nun yapı bozumculuğa yönelik tutumundan hareketle kültürel çalışmaların eleştirisine geçiyor. Zizek bir yandan 'siyasal olanın eriyişi' olarak tanımladığı üç felsefi-konum içersine Badiou, Balibar ve Ranciäne'ın çağdaş eleştirel yaklaşımlarını eklerken, öte yandan Laclau'nun tekilcilik ve evrenselcilik tartışmasını ele alıyor.

Yeni öznelerin yapılanışı


Bu noktadan hareketle çağdaş ırkçı, fundamentalist akımların şiddet döngüsünü değerlendiren Zizek 'siyaset sonrası siyaset' evresinde muazzam bir uzmanlar ordusu eşliğinde her tikel grubun evrensel taleplerinin tikel taleplere indirgenme ve kafalanma riskine dikkat çekiyor. Zizek'e göre özgül yaşam tarzı ve kültür anlayışlarını öne çıkaran bu grup ve altgruplar küreselleşmenin arka planını temsil eder, zira kapitalist sistem bu kimlik taleplerini nötrleştirip özgül birer 'yaşam tarzı' olarak evrensel taleplerin altını oyar. Dolayısıyla 'postmodern kimlik siyasetiyle köktencilik arasındaki karşıtlık son kertede sahte bir karşıtlıktır.'

Üçüncü kısım geleneksel otorite biçimlerinin değişimiyle birlikte yeni öznelliklerin yapılanışını temel alıyor ve Butler ile Foucault'nun psikanalizle ilişkileri bağlamında merkezsiz baskının ideolojik arka planından güncel örnekler veriyor. Zizek ayrıca Beck ve Giddens'ın 'risk toplumu' kuramlarını ekonominin siyasetten arındırılmasına katkıda bulundukları için eleştiriyor ve 'sol Ortodoks' tavır ile 'radikal merkez' dışında yeni bir siyasal alan yaratma çağrısında bulunuyor. Zizek kısır bir döngüye takılmış olduğunu düşündüğü çalışmaların (risk toplumu ve kimlik kuramları) içeriğinden çok toplumsal yapıdaki konumlanışlarına (etkisiz muhalefetleri) odaklanıyor.
Zizek'in teorileri özellikle Türkiye'de, baskın entelektüel paradigmaların yaygınlık kazanmasını hızlandırabilir. Bu anlamda Zizek'in tespitlerini John Holloway ve Immanuel Wallerstein'ın yaklaşımlarıyla çarpıştırmak sorgulayıcı eleştirel bir tutum için anlamlı olacaktır. Çokkültürlülük ve kimlik meselesinin resmi ve muhalif çevrelerde belli bir önyargıyla karşılandığı şu dönemde Zizek incelemek hepimizin hayrına olacaktır.