18 Şubat 2010 Perşembe

Baudrillard loves you.





Öncelikle Fransız dilinin ayrılmaz parçası olan paradoksların büyük ustası Baudrillard, Körfez Savaşı'ndan sonra 'tarihe geçen' bir söz etmiş ve o savaşın olmadığını, yaşanmadığını belirtmişti. İnsanlığın ilk kez o savaşla birlikte bilinç tarihinde başka bir düzeye geçtiğini belirtiyordu Fransız toplumbilimci. "Çünkü", diyordu, "Hepimiz televizyonların karşısında sanal bir savaş izledik. Savaş bize, televizyonlar üstünden, bütün anlamından soyutlanmış olarak taşınıyordu. Acısı, tozu, dumanı yoktu. İzlenen, eğlencelik bir şeydi Körfez Savaşı." Görüntünün içinde olup bitiyordu ve bu savaşı 'yaşanan' bir şey sayamazdık. Televizyonu açtığımızda oradaydı, kapattığımızda da yok oluyordu..
Hepsinden önemlisi, Baudrillard'a göre savaş, izlediğimiz kadarıyla bile 'gerçek' değildi. Görüntü denilen şey, 'canlı' olduğundan bile müdahale (manipüle) edilebilir bir şeydi. Gerçek bir görüntü zaten olmazdı. O nedenle gerçek artık kendiliğinden, doğal
haliyle hayatımızdan çıkmıştı.

Her şeyin başı taklit

Baudrillard'ın bu tartışması aslında yeni bir şey değildi. Görüşlerine aşina olanların hemen anlayacağı üzere yapısalcılık sonrası düşüncenin bu önemli ismi daha önce öne sürdüğü bir görüşünü o günkü olay çerçevesinde somutlaştırıp, bir anlamda kanıtlıyordu.
Gerçeğin öldüğü daha önce birçok düşünür tarafından zaten ilan edilmişti. O buna yeni bir boyut eklemekteydi. Baudrillard'a göre ölen 'taklit' (mimesis) dediğimiz şeydi. Mimesis, özünde, insanların doğayı taklit etmesiydi. Bu, hem bilimin hem de sanatın özüydü. Batı kültürünü ve metafiziğini bu kaygı oluşturmuştu. Her dönemde insan öncelikle doğaya bakmış, orada gördüğünü yansılama gayretinde olmuştu. 20. yüzyıl başındaki kübizm buna bir tepki göstermişti ama o bile gerçekle bağını bütünsel bir biçimde koparmamıştı. 20. yüzyıl sonundaysa insanlar nesneleri de, sanatsal gerçekleri de doğaya değil bizzat kendileri tarafından önce üretilmiş nesnelere bakarak üretiyordu. Baudrillard, bunu 'simulakrum' diye açıklıyordu. O da Yunanca taklit demekti ama bu anlamda.
Şimdi, 2. Körfez Savaşı'nı yaşadık. 'Oldu da bitti!' diyeceğimiz kadar hızlı cereyan etti. Aradan geçen zamanda teknoloji de habercilik anlayışı da büyük ilerlemeler kaydetmişti. Artık 'yerleşik habercilik' düzeyine erişmiştik. 'Canlı' dediğimiz yayındaki insan 'unsuru'nu bile artık ortadan kaldırmak istiyorduk. Olabildiği kadar el değmemiş, kusursuz haberi yakalamaya çalışıyordu insanlık. Sorun 'gerçek'teydi. Haber denilen şey gerçek olmalıydı. Gerçek ise 'sahih', yani doğru olmak gerekirdi. Böylesi bir gerçeği yakalamanın yolu da insan elini işin içine sokmamaktı.
Bu kadarı başarıldı. Tanklara ve diğer hareketli araçlara yerleştirilmiş kameralar o anki durumu değil de durumun bir parçasını televizyon izleyicilerine aktarabildi. Ne var ki, o görüntüler bize Baudrillard'ın paradoksunu bir kez daha hatırlatmaktan daha öteye gitmedi. Ortada bir görüntü vardı, onun mekanize bir kamerayla oluşturulduğunu biliyorduk, durum gerçekten de belli bir zaman ve coğrafyada yaşanan şeydi fakat, savaş denilince hatırladıklarımızla ilgisi yoktu gözümüzün önündeki şeylerin. Sanallık bu defa da etkin ve galipti. Görüntünün kendisinin 'yalan' olması bir yana, görüntünün daha ileri aşamalarından manipule edilmesi hâlâ başvurulan bir yöntemdi. Belki bir bölümü etik nedenlerle geriye itilmişti. Mesela, o anda vurulan ya da ölmekte olan bir adamın görüntüsü, bombayı 'yiyen' bir yapının o andaki durumu gelmiyordu ekrana. Ama önce ama sonra tasarım görüntünün nesnelliğini engelliyordu. Kısacası yine 'nesnel' bir görüntüye ulaşamamıştık.

Haberlerin içyüzü

Haberin iç yüzü, gerçeği daha sonra ortaya çıktı. Saddam'ın heykelinin yıkılışı kuşkusuz savaştan arta kalacak bir görüntü. Ama gerçekten kalacak mı?
Çok benzeri görüntülerle insanlık 1989'un son 1990'ın ilk günlerinde de karşılaştı. Eski Doğu Bloğu ülkelerinde rejim devrilince bir çok ülke diktatörünün heykeli de aynı şekilde yerle bir edildi. O görüntülerin unutulmayacak biçimdeki ünlem işaretini 'Ulis'in Bakışı' isimli filmde Theodopulos koyuyordu. Lenin'in heykeli tıpkı ölü bir insan gibi sırtı üstü bir mavnanın küpeştesinde yatmaktadır. Araç nehir boyunca ağı ağır akar. Kıyıda duran ihtiyar Rus köylüsü heykelle göz göze gelir. Başındaki şapkasını çıkarır. Usulca diz çöker. Ellerini göğsünün üstünde birleştirir. Haç çıkarır. İsa'yı selamlarcasına heykeli selamlar. Ama ben bugünkü görüntülerin diğerleri kadar akılda kalacağını sanmıyorum. Bunun nedeni sadece iki görüntü, iki durum arasındaki diğer farklar değil. Öncekiler ne kadar ağır başlıysa bunlar da o kadar yılışıkçaydı. Sonradan ortaya çıkan 'gerçek'ler…
Amerikan televizyonları aynı imgeleri üst üste, birbiri ardınca sayısız defa yayınladı. Fakat, ertesi gün kanallardan birisinde 'gerçek' ortaya çıktı.

Heykelin yıkıldığı bina en çok televizyoncu barındıran binaydı. İkincisi, heykel yerde sürüklenirken işin içindeki 15 kişiden sekizi foto muhabiriydi.
Yani, o görüntünün, bir habercilik görüntüsü gibi kendiliğinden mi oluştuğu yoksa tıpkı bir sanat yapıtı gibi bilinçle, önceden tasarlanarak mı oluşturulduğu şimdi bir tartışma konusu.
Kısacası, görüntünün yalancılığı ve yalansılığı artık kafalarımıza iyice dank ediyor. Görüntü bir yana artık haber denilen ve gerçeğe en yakın durduğu varsayılan görüntünün düzmece bir şey olduğu iyice anlaşıldı. İnsanlık, bunu binlerce yıllık tarihinde öğrenemedi ama işte birkaç günlük savaş bunu ona iyice belletti. Savaş çıkmasın dedi birçok kişi; bunca insan ölecek, felaket yaşanacak diye. Şimdi bir de, keşke savaş çıkmasaydı kandığımız yalanlarla ne iyi yaşayıp gidiyorduk dense, yeridir.