11 Haziran 2010 Cuma

Sartre loves you.




Sartre’ın varoluşçuluğu, insanı, kendini var edebilmesi için bu dünyada tek başına bırakan, böyle yapmakla da onun omuzlarına bir sorumluluk yükleyen bir insan görüşü olmasının yanında, aynı zamanda da, onun kendi ifadesiyle, “Marksizmin içinde yer alan bir bölge “ olarak “ideoloji”dir de. İnsanın yanı sıra, insanın yaptıklarıyla oluşturduğu ve içinde yaşadığı toplumsal ilişkiler ve tarih sorunsallaşmaktadır. Böyle bir sorunsallaşmanın arkasında kuşkusuz ki, Sartre’ın insan görüşü bulunmaktadır denebilir. Çünkü Sartre’ın önümüze sürdüğü insan tablosundaki insanın kendini bu dünyada var edebilmesi, onun içinde yaşadığı toplumsal ve tarihsel koşullarla çok yakından ilgilidir. İnsanın bu dünyada “atılmış” olduğu yer, bir belirlenmişlikler düzeni olarak hep bir zamana ve mekâna bağlıdır. Yani insanın karsısında sürekli olarak duran bir toplumsal ilişkiler düzeni vardır. İnsan kendisini böyle belirlenmişlikler içinde bulur. Bu durum onun “Bunaltı”sının başlangıcıdır. Çünkü kendisini var edebilmesi için onun bu “düzen”in dışına çıkması, zincirlerini kırması, böylelikle de bir anlamda söz konusu “bunaltı”sını bastırması gerekir: İşte karşımızda, varoluşçuluğun, kimi zaman “aykırı”, kimi zaman “toplumdışı”, kimi zaman da “âsi” ve benzeri sıfatlarla nitelenmiş olan, sürekli toplumla çatışma durumunda bulunan insanı… “La Nausée – Bulantı” romanının baş kişisi Antoine Roquentin, varoluşun bir bütün olarak anlamsızlığı ile karşı karşıya kalmış bir kişidir. Bu anlamsızlık, şeylerin salt varolmalarından ibarettir. Şeyler oldukları gibi olmanın yeterli hiçbir nedenine sahip değillerdir. Onlar anlamsızdırlar. Eğer varoluştan anlam çıkarmaya çalışırsak, zorunlu olarak yanlışa düşeriz. Şimdi ona (insana) kendi kendisini bağımsız bir şekilde var edebileceği bir toplumsal ilişkiler düzeni gereklidir. Sartre’ın insanı böyle bir toplumsal ilişkiler düzeni için değişmeyi sağlayabilecek olan itici bir güçtür. Öyle ki, “itici güç” olarak nitelenebilecek olan bu insan, aynı zamanda, onun “tamlaşma hareketi” anlamındaki “diyalektik aklın” da itici gücünü oluşturur. Sartre’ın “Total varlık” düşüncesiyle, burada toplumsal oluş anlamındaki “Tamlaşma hareketi” arasında bir ilişki bulunduğunu düşünmek olanaklıdır. Diyalektik tamlaşma hareketi açısından bakıldığında, Sartre’ın insan görüsündeki insanın, kendisini var etme yolundaki praksisi (eylemi/eylemleri) son derece önemlidir. Onun söz konusu eylemlerinin kaynağı, kendi kendisini var etmek için oluşturduğu tasarım ile, onun gözünde sürekli bir “eksiklikler” alanı olarak varolan toplumsal ilişkiler düzenidir. Burada insanın, “Tamlaşma hareketi” doğrultusunda eylemlerini sanki bir “misyon” olarak algılaması gerekliliği vurgulanıyor gibidir. Bu da Varolusçuluğu bir yandan ideolojiye yaklaştırırken, öte yandan “sorumluluk” kavramını belirginleştirerek işin etik yönünü oluşturur. Böylece Sartre’ın Marksizme yakınlığı daha bir anlaşılır duruma gelir. Sartre her ne kadar, insanın bu dünyaya bir “hiç” olarak geldiğini ve bu dünyada ona yol gösterip onu belirleyebilecek bir şeyin olmadığını söylese de; Marksist toplumcu düşüncenin, eylemlerinde ona yol ve yön göstermekte olduğu söylenebilir. Ancak Marksist toplumcu düşünce bir çerçeve olarak alınırsa, bu çerçeve içinde insanın eylemlerinde yine de özgür olduğu düşünülebilir mi? Bu, insanın dünyada kendi başına bırakılmışlığı anlamına gelmektedir. İnsanın ne kendi içinde dayanabileceği bir destek, ne de kendi dışında tutunabileceği bir dal vardır. Dolayısıyla, yaptıklarına hiçbir özür bulamayacak olan insanın tek dayanağı kendisi olacaktır. Varoluş özden önce gelince, önceden belirlenmiş, verili bir “insan doğası”ndan da söz edilemez. Başka bir deyişle, ne bir biçimde belirlenmişlik (determinizm) ne de bir yazgı (fatalizm) vardır. Kişi özgürdür. Varoluşçuluğun ana niteliklerindendir kişinin bu anlamda özgür oluşu.“Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, çünkü insan kendi bilincine mahkumdur.” dedikten sonra da 20. yüzyıla damgasını vurmuş iki aydının aşkı haline dönüşüveren Simone de Beauvoir ile Jean-Paul Sartre’ın birlikteliği, 20. yüzyılı bir uçtan öbür uca geçen bir aşk hikâyesi, bir dava yoldaşlığına yerini bırakmıştır. Aralarındaki, evlilikten çok daha güçlü bir bağ; başka aşkların, uzun ayrılıkların koparamadığı bir ilişkidir. İnsan hakları savunuculuğundan özgürlük yoluna adanmış bir edebiyata, Cezayir bağımsızlık savaşı ve Vietnam’dan kadınların özgürleşme hareketine kadar birçok kültürel kavgada, siyasal davada birlikte savaşarak güçlendirdikleri bir can yoldaşlığı yaratmışlardır kendi kumdan kalelerinde hükümdarlıklarını sürdürerek… Mezarları da yan yanadır. Tıpkı yaşamlarını yan yana geçirdikleri gibi...